dümdüz bir yol vardı karşımızda, yürüyorduk birlikte. ikimiz de buraya nereden geldiğimizi bilmiyorduk, ikimiz de tanrının sevmediklerindendik anlıyorduk. duyu ve algı arasındaki ince çizginin yalnızca zekamızla çözülebileceğini sadece ben biliyordum, asvalt yola değdikçe kavrulduğunuysa sadece o. bir aynılık değildik onunla, aynı düzlemlerin kesişen doğrularıydık yalnızca. üstelik diktik birbirimize, zıtlığın yarım kalmışlığıydık benim tabirimce. bir amerikan film setinden fışkırmış olmalıydık ama bir arabamız yoktu. yolda bırakılmış olmalıydık ama biz kimseyle yola çıkmamıştık. evet, evet, buraya atılmış olamlıydık, başka bir evrenden buraya atılmıştık.
yolun sonsuz olduğuna inanmak istemedikçe, güneşin alnımda yarattığı kavrulma etkisi beni esir alıyor ve ben düşünmeden kabulleniyordum. daha kimbilir neler vardı böyle yaptığım, düşünmeden baktığım, düşünmeden saydığım. geçenlerde altı basamak kaldı demiştim ona, sonra dönüp basamakların altı oluşuna şaşırmıştım, işte tam böyle düşünmden yapmıştım. bu yolculuğa da tam böyle başlamıştım. o benim en ayrılmaz parçamdı ve gelmişti işte.
arkamdan gelmeyi seviyordu, kim bilir belki sadece güneşten korunmak için bunu yapıyordu. güneş dışımdakilerle içimde bir yerleri daha kavuruyordu, güneş dışımdakilerden çok aklımı alıyordu.
oturup dinlendik biraz yolun ortasına. bir sakıncası yoktu nasılsa. ne bir araba vardı geçen, ne bir leylek vardı göçen. anlaşılan tanrı ademoğullarından sonra yeni bir dünya keşfetmiş, meyveyi ağzımıza verip bizi burada terk etmişti.
konuşmuyordu benimle, anlatırken dinliyordu sadece. tepki bile vermiyordu üstelik ama beni anladığını biliyordum. hani susup da yürekten bağlanmak gibiydi onunkisi, ayaklarımızı bir kelepçeyle bağlamıştı yaratan sanki. hiç sormadım dilsiz misin diye, hiç sormadı neden anlatıyorum onca şeyi diye. sadece arkamdan geldi, hep geldi.
güneş batarken o da gitti,
kim bilirdi ki;
güneş batarken gölgemin beni terk edeceğini.