Bediüzzaman sözler adlı eserinde aynen söyle demiştir:
Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci suâline karşı, katî ve muknî ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir suâl ediyor, diyor ki:
"Kurânda, ahsenul halıkın -1- erhamurrahimin-2- gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu işâr eder.
Elcevap: Beş işaret ile cevap veririz:
BiRiNCi iŞARET: Kurân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i katîdir ki; Kurân-ı Hakîmin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki, Ahsenül-Hâlıkîn demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, sâir sıfatlar gibi, çok merâtibi var. Ahsenül-Hâlıkîn demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en müntehâ mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir" demektir.
iKiNCi iŞARET: Ahsenül-Hâlıkîn gibi tâbirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor; belki, mahlûkıyetin envaına bakıyor. Yani, "Herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır." Nasıl ki, şu mânâyı, - O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi:- gibi âyetler ifade eder.
ÜÇÜNCÜ iŞARET: Ahsenül-Hâlıkîn, Allahü Ekber, Hayrül-Fâsılîn, Hayrül-Muhsinîn gibi tâbirâttaki muvâzene, Cenâb-ı Hakkın vâkideki sıfât ve efâli, sâir o sıfât ve efâlin numûnelerine mâlik olanlarla muvâzene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemâlât, Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir. Nasıl muvâzeneye gelebilir? Belki muvâzene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir.
Meselâ, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekkürâtını onbaşıya veriyor. işte böyle bir nefere karşı denilir: "Yâhu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." Şimdi şu söz, vâkideki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüzî, sûrî kumandanlığını muvâzene değil. Çünkü, o muvâzene ve tafdil, mânâsızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibâtına göredir ki; onbaşısını tercih eder, teşekkürâtını ona verir, yalnız onu sever.
işte bunun gibi, hâlık ve münim tevehhüm olunan zâhirî esbâb, ehl-i gafletin nazarında Münim-i Hakikîye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir; medih ve senâlarını, onlara verir. Kur;ân der ki: "Cenâb-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsîndir; Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz."
DÖRDÜNCÜ iŞARET: Muvâzene ve tafdil, vâki mevcudlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki ekser mahiyetlerde, müteaddit merâtib bulunur. Öyle de, esmâ-i ilâhiye ve Sıfât-ı Kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibâriyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve esmânın mümkîn ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şâhiddir. - En güzel isimler Onundur. (Haşir Sûresi: 24.) -, bütün esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.
BEŞiNCi iŞARET: Şu muvâzene ve müfâdale; Cenâb-ı Hakkın, mâsivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyât ile sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesâit ve esbâb perdesi altında ve bir kanun-u umumi sûretinde tasarrufâtıdır.
ikincisi: Ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur.
işte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâsı ise, vesâit ve esbâbın mezâhiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın-fakat velî bir padişahın-ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufât ve icraatı iki çeşittir:
Birisi, umumi bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
ikincisi, umumi kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanât-ı şâhânesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesâit ve esbâbı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbâbı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip, -Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)- deyiniz diye, kâinattan yüzlerini Kendine çevirir.
işte, Ahsenül-Hâlıkîn, Erhamür-Râhimîn, Allahü ekber maânîsi, şu mânâya da bakıyor.