ne filmdi ama... o zamanlar ki aristokratik sınıflanmaların, işçi sınıflarına karşı aldığı tavır, para kullanarak bastırma çabaları ve her daim alt sınıflara hükmetme çabasından doğan çelişkiler, askeri darbe ve aristokrasinin karşılaştığı çelişkiler çok sağlam işlenmişti. en fazla kafamı kurcalayan bir replik de bu oldu işte "ölmek, doğmak gibi bir değişimdir"... aradan yıllar geçti, hala da aksini iddia edebilecek bir bulguya rastlayamadım. az evel "anne ve babanın ölmesinden korkarak büyümek" başlıklı bir entry gördüm. "onlar ölürse ben ne yaparım" diyordu yazar... şunu söylemeliyim ki, çocukluğumuzdan bu yana bizlere öğretilen varsayımlardan ötürü, ölümün bile ne olduğunu kavrayamadığımızdan ciddi bunalımlara giriyoruz hep beraber. halbuki doğayı anlasaydık, ölenin ardından kendimizi ölüme sürükleyecek şiddette bir hüznün çıkmazına sürüklenmeyebilirdik ve bu da ebeveynlerin gözü açık gitmelerine engel olabilirdi...
hegel'in, doğayla ilgili gözlemlerini incelediğimde de, bahsi geçen repliğin desteklendiğine şahit olmuştum. bunu bir ağaçla örnekliyordu:
"bir ağaçta çiçek oluşur, bu çiçekten meyve çıkar, meyve yere düşer ve çiçek kuruyup rüzgarla uçar ve toprağa karışır. elma yere düşünce kurumaya başlar, tohumlarından fidan çıkar, elma çürür ve doğaya karışır. sonra tekrar çiçek oluşur ve aynı şeyler olur. bu kısırdöngü doğanın ve türün devamını sağlar. eğer elma yere düşünce çürüyüp doğaya karışamasaydı, fidan oluşamazdı..."
tabi bize bunlar, bu şekilde öğretilmedi. her zaman ölüm çok kötü birşey olarak öğretildi. ölünce sonsuza dek yanacağımız, ateşlerle dolu biryerlere gideceğimiz söylenirdi bazen. bazen de tam aksi iddia edilirdi. şimdi bunca şeyi söyledikten sonra, doğadaki diyalektik yasayı kalk anlat insanlara. bu büyük bir kaos oluşturabilecek mesele. süreç süreci kovalayacak ve gün gelecek tüm dünya bilimin ışığında huzura erecektir.