irisi heyecandan büyümüş olan gözlerim, bir nefes kadar uzağındayken ve hatta gözlerimiz birbirine temas ederken, zamanın zaman olmaktan sıyrıldığı küçücük bir an parçasında, onun gözlerinin keskin açılarında gördüğüm kendi gözlerimi, onun uzakları olmaktan kurtulamamış halde yakalıyorum. evet, gözlerimin içine bakarken uzaklara dalıyor aslında. bana bakarken, aslında o geçmişte kalmış, hatıraların kara zindanlarında müebbet hükümlere sürülmüş anılarını düşündüğünü anlıyorum o an. fakat ümitsizce susuyorum, bu gördüğüm gerçeği söyleyemiyorum ona. gözlerimde gördüğü, belki kırmızı bir şarabı içtiği, belki tophaneden denize karşı naneli bir nargileyi tüttürdüğü, belki istiklal caddesini etrafındaki kalabalığa bakmaksızın turladığı, belki şehrin ışıklarında gözlerinin kamaştığı, belki haliçe tepeden bakan bir manzaradan resim çektirdiği, belki tortellini makarnasının dibini getiremediği, ya da rüyasında mutluluğa gittiği anılarının çoğunda başka birisi var yanında, ben değil. oysa benim gözlerime bakıyor yalancı gözleriyle. sen benim her şeyimsin derken sarfettiği yalancı sözleri de kuşanarak. yanımda olmasına rağmen başka yerlere, geçmiş mutluluklara atıyor kalbi. sonra başkası oluyor o. sonra ben başkası oluyorum. sonra, şehirler arası bir terminalin bekleme salonunda, denize bakan bir çay bahçesinin uç tarafındaki bir sandalyede, gecenin yıldızlarla donatıldığı bir istanbul ruhunda; başka bir kadın olarak başka başka hallerde ama hep uzaklara bakarken görüyorum onu. ben de başka birisi olduğum için artık, o başka kadının , başka kadınların o olmamasına üzülmüyorum. belki ben de onun gibi geçmişe gidiyorum bazen de geleceğin o kadar mutlu olamayacağını hissedip, işte ona üzülüyorum. sonra başkası olmuş haline, gözlerime bakan gözlerine tekrar dikkat kesiliyorum ve kendimi o sözü geçen uzaklar olarak görüyorum da, işte asıl ona üzülüyorum, hayata geç kalmışlığıma...