görüyorum bu kadınları minibüsde, vapurda, yolda ve kaldırımda, bazense bir kır yürüyüşünde. gözlerinden hüzün akıyor, çaresizlik ağlıyor sevilmeyi umarak. kimisi sevgilisinden ayrılmışlığın, kimisi kocasını kaybetmişliğin, kimisi de 27 yaşın getirdiği evde kalmışlığın tedirginliğiyle "benim de ayağına patik örebileceğim bir çocuğum olacak mı acaba? hiç kıyamam ona, üşümesin ayakları" düşünceleriyle hayali bir evlada olan özlemin getirdiği etkiyle bakıyor sonu olmayan bilinmez uzaklara.
kimisinin yanına yaklaşıyorum, "merhabalar güzel bayan. sevgisizlik mi, yoksa çaresizlik mi size bu ıslak gözleri sunan" diye usulca kulaklarına fısıldıyorum. bu soru onları mutlu ediyor biliyor musunuz? sahra çölünün kum tanelerinin arasında 17 yaş doğum gününde hediye edilmiş, ancak o günün akşamı kaybettiği yusufcuk şekilli küpesinin tekini bulmuş gencecik bir kızın gülümsemesi gibi bir gülümseme beliriyor dudaklarında imkansıza inanamayarak.
bir kahve içiyoruz bazen, bazense sıcak bir şöminenin başında kaderin şık çalımlarını konuşuyoruz. sevişmek manası hiç olmasa da hareketlerde, insan olduğumuz tanrının bir armağını gibi benliğimizde hissediliveriyor ansızın. ertesi sabah o kadın, güzelliğinin farkında olmayan, dünyanın en mutsuzu kendisini sanan, yüreğinin yangınlarını gecenin kör karanlığında, victor hugo'nun şarabının son yudumlarını içerken yazdığı mısralarıyla söndürecek bir erkeğin hayalinin gerçekten var olabileceğini uman kadın, belki bir otobüse biniyor, belki de bir şehirler arası otobüse. müzik çalarında ise sevimli melodiler var.
bense çalışma masamın başında iki gün önce yaptığım hesaplarımı karıştırken gördüğüm bir harf ile dalıyorum beyaz kağıda. aslında ne kadar uzak ve ne kadar yakınız biz. bir daha hiç buluşamayacak olsak da ne kadar seviyoruz birbirimizi biz. beyaz teninin kokusu ne kadar da sahici.