"hocu ne kadar güzel ya, resmen günperi bu!" diye düşündüm onu görür görmez. suratımda beğeniden çok, sakallı bebek görmüş gibi bir ifade oluştu, zira karizmatik şaşıran biri değildim. hani filmlerde ilk görüşte aşk sahnelerinde böyle başı öne eğik, yandan bakan abiler olur ya, arkalarında hep sis makinası olan, işte o abilerden değildim, o abilerden bulsam ıslak odunla döverdim. ama o, o kızlardandı, hani önünde rüzgar makinasıyla dolaşan kızlardan. rüzgar makinalı kızın önünde hesap makinasıyla kalakalmıştım, mühendistim.
dove reklamındaki kadınlar gibiydi cildi, entellektüel bir havası olmasının yanında, bakımlı, şık, ağır ve de güzeldi. kıyafetini inceledim, sanatla ilgili biri olduğu belliydi, kıyafetleri oldukça sade ve pastel tonlarındaydı. düz, kumral ve uzun saçları, büyük bir ağzı, sivri bir burnu, ve de uzun ince parmakları vardı. "sen piyano çal, ben bass, geçinip gidelim be günperi" diye düşündüm. julia roberts'ın fransa görmüşü, zuhal olcay'ın genci, elizabeth hurley'nin sürekli sırıtmayanıydı. garsonu beklerken kafasını kaldırdı, baktı, bana en çok yakışan gömleğimi giymediğim için hayıflandım, gerçi bana yakışan gömlek var mıydı onu da bilmiyordum. gözgöze geldiğimizde, şaşalak bakıyordum, zira hangi gömleğimin bana en çok yakıştığını düşünmekteydim. o şaşkın ifademe aldırmadan sanki ingiliz asilzadesiymişcesine gülümsedim. başını öne eğdi. manzaraya tahammül edememişti, ingiliz şaşalak kozalağı sevmiyordu. kıyamazdım ben ona.
ortamda sadece bir adet boş masa vardı, iki arkadaşımla birlikte o masaya buyur edildik garson tarafından, günperinin arkasında kalmıştık, ama zaten ben de öyle olsun istiyordum. kesebilen, kesişebilen, kesişilebilen biri değildim, sıkılıyordum öyle durumlarda. masamıza yerleştik, günperi ile sırtsırta oturuyorduk. günperi söylediğim herşeyi duyabilecekti, bu büyük bir fırsattı, en azından ben öyle sanıyordum.
hemen yüksek sesle şovuma başladım, espriler yapıyor, arkadaşlarımı güldürüyor, arada her fırsatta çok kültürlüyüm imajı vermeye çalışıyor, bir yandan özgeçmişimden bahsediyordum. bunları hem yüksek sesle yapıyor, hem de beni yıllardır tanıyan arkadaşlarıma, zaten bildikleri şeyleri anlatıyordum. pis bir adamdım o anda. garson kahve diyordu, descartes'dan giriyordum söze. arkadaşım bir derdinden bahsediyor, içinde yirmi tane yazar ismi geçen cümlelerle cevaplıyordum. olmadık yerlerde duygulanıp, eğitim hayatımdan bahsediyor, gezdiğim ülkeleri sayıyordum. resmen saçmalıyordum ama kontrolden çıkmıştım. seyrek beğeniyor, beğenince de böyle maymun oluyordum.
pis zihnim ne düşünüyordu bilmiyordum, sanki günperi dönecek, sırtıma dokunacak, "experimental götür beni buralardan, minik bir klübede sen, ben ve romanlarımız yaşayalım" mı diyecekti. gerçekten, bilmiyordum. en son, kültablosunda ki küllerle, değişik resim akımlarından resimler çizip tahmin etme oyununu keşfettim, böylece içinde empresyonizm'di, kübizm'di geçen konuşmalar yapabiliyordum.
sonunda arkadaşım dayanamadı, "abi neyin var senin, ter içinde kaldın." dedi. "sevgi emek ister." dedim ona. ne sevgisi diye sorsa, mesnevi'den girecek balzac'tan çıkacaktım, halbuki balzac sevmezdim. sormadı, belli ki anlamıştı o gün çenemin düşük olduğunu, konuyu değiştirdi. "kalkalım" dediler. zaten bağırarak konuşmaktan bitkin düşmüştüm, teklifi kabul ettim. günperi ile tanışma planımı da kurmuştum kafamda, kalktık. sandalyeyi hafifçe arka sandalye'ye çarptırarak kalktım, "pardon" demek için kafamı çevirdim.
"cık cık cık" dedi, saçları kuaför çıraklarına benzeyen çocuk.