australia

entry18 galeri
    9.
  1. gösteriminden önce geçtiğimiz senenin "bombalarından" olduğu söylenen filmdir.

    Baz Luhrmann, bir Avusturyalı. 62 doğumlu yönetmen kariyerine Strickly Ballroom ile başarılı bir giriş yaptı. Daha sonra günümüzün en orjinal Shakespeare uyarlamalarından biri olan "Romeo +Juliet"e imza attı. Bundan sonra çektiği müzikal başyapıtı Moulin Rouge ile de başarısını cümle aleme kanıtladı ve kendini sevdirdi.

    Sıradaki projesi, sinemaya bir saygı duruşu niteliği taşıyacaktı. izleyenlerin aklına hemen Gone With The Wind gelecekti mevzu bahis Avusturalya olunca, yönetmenin amacı buydu. Çok sevdiği sinema adına bir şeyler yapmak.
    Avusturalya 2. Dünya Savaşı esnasında kocasından miras kalan topraklarla ilgilenmek için bambaşka bir kültürden, ingiliz aristokrasisinden kopup gelen bir bayan'ın(Nicole Kidman)'ın hikayesini anlatıyor. Her epik film gibi işin içine macera,romantizm ve dram giriyor tabii ki

    Filmi izleyen bir kişinin ilk önce izlediği bir çok filmi unutmaya başlaması gerekiyor ki bu filmden maksimum tat alabilsin. Zira film epik sinemanın bir tekrarı. Yeni bir şey yok filmde, yeni bir şey yapılmaya da çalışılmamış zaten. Baz Luhrmann daha önce de söylediğim gibi sinemaya bir saygı duruşunda bulunmak için çekmiş bu filmi. Filmin her sahnesinden sinema akıyor.

    Nefis bir sinematografi, kusursuz bir sanat yönetmenliği. Film teknik olarak beklendiği gibi neredeyse hiç aksamıyor. Her şey olması gerektiği ve beklendiği gibi. Doğal olarak popülist bir sinema. izleyicisine beklentisini sunuyor. Beklendik girdaplar, beklendik bir aşk, beklendik kötü adamlar ve beklendik bir mutluluk. izleyicinin keyif aldığı tahamül edilebilir bir klişeler yumağı film. Çünkü amacı bu.

    Nicole Kidman ve Hugh Jackman birbirlerine oldukça yakışmışlar. Nicole Kidman'ın güzelliği her zamanki gibi göz kamaştırıyor. Yıllanmış bir şarap gibi sanki. Yıllar geçtikçe sinemaya daha çok yakışıyor. O da bir Avusturalyalı, o da sinemaya ve Avusturalya'ya, toprakların tarihine bir saygı duruşunda bulunan bu filmde oynamaktan çok mutlu gözüküyor ve eşsiz güzelliğiyle Grace Kelly'yi andırıyor.

    Filmin bir diğer Avusturalyalısı da Hugh Jackman. Son dönemlerin çıkıştaki oyuncularından Jackman yönetmenin ondan tüm istediklerini layığıyla yerine getiriyor. Beyazperdede bu filmde de fire vermiyor. O da eskilerden Gary Cooper'ı andırıyor. Avusturalya'nın epikliği bir çok şeyi andırıyor zaten.

    Filmin bunca iyi özelliğinden sonra, neden bir Gone With the Wind olamadığını hatta neden bu klasiğin yanında dahi yaklaşamayacağını yavaş yavaş açıklamanın zamanı da geldi de geçiyor.

    Moulin Rouge gibi bir filmi çeken bir yönetmenden asla beklenmeyecek bir tempo sorunu var filmde. Öyle ki film absürd bir komedi tadında başlayıp ilerledikçe ağır bir dram'a dönüşüyor. Bir söylediği diğer söylediğini tutmuyor. Kısacası Luhrmann, saygı duyduğu filmlerin içsel yapısını ya iyi gözlemleyemediğini ya da iyi yansıtamadığını gösteriyor bu hatalarıyla.

    Bu korkunç tempo sorununun bir nedeni de filmin çok uzun bir zamana yayılarak çekilmiş olması olabilir. Teknik ekip ne kadar kusursuz olsa da çekilen sahnelerde bir duygu tutarsızlığı çekiliyor. Bir aşk sahnesini 3 ay arayla çekince de bunun olması doğal gibi gözüküyor.

    Film esnasında filmin genel akışına hiç katkıda bulunmayan metin fazlalığı karakterler de filmi baltalayıcı diğer unsurlar. Epik filmin olmazsa olmaz özelliklerinden iyi-kötü ayrımını desteklemeye yönelik olan bu öğeler bir noktadan sonra izleyiciyi rahatsız etmeye ve filmden soğutmaya başlıyorlar.

    Filmin iki filmi 160 dakikaya sığdırmak ister yapısı ise bir süre sonra seyirciye ninni gibi gelmeye başlıyor. Filmin tempo sorunu zaman geçtikçe su yüzüne çıkarken bir de buna sıkıcı atmosfer eklenince savaş sahnelerine kadar zor bir serüvene dönüşüyor film.

    Savaş sahneleri ise, eleşirecek hiçbir şey bırakmadan, mükemmeller. Luhrmann ilk denemesinde bunu başarmış. Sinematografi şov savaş sahnelerinde de sürüyor.

    Ancak yetmiyor işte yetmiyor. Bunca teknik başarı Avusturalya'yı güzel bir film yapmıyor, bir Gone With The Wind yapmıyor, güzel bir seyirlik olmaktan öteye gidemiyor Avusturalya. Başarılı bir epik olamıyor.

    Luhrmann'ın kendi topraklarına ve klasik sinemaya olan sevgisini öğreniyoruz bu filmle. Belli ki ortada Oscar'a yönelik bir heves vardı. Malumunuz akademi çok sever epik ve gösterişli filmleri. Bu sefer akademi bile düşmedi bu tuzağa. Aylar öncesinde Oscarların büyük favorilerinden biri olan bu film gösterime girdiği anda çuvalladı sinema piyasasında.

    Luhrmann'ın en kısa sürede kendi özgün sinemasına geri dönmesi dileğiyle sonlanıyor yazım. Bir sinemasever olarak ondan çok daha iyilerini bekliyorum.
    1 ...