bir antrenör düşünün. takımı uefa kupasında tur maçı oynuyor, ikinci maç ve evindesin, takımın 2 farkla galip, tek fark bile seni bir üst tura çıkarıyor. maçın 60.dakikasına gelmişsin, her şey şahane.
mi acaba?
herkes bu anı düşünerek ver allah ver yükleniyor bu antrenöre. o an içimden geçen düşünce, bir anda ekranda yankılanıyor. galatasaray ilk golü yiyor. biliyorum ki ilk golü yerse takım dağılacak, çünkü direncinin en son noktasında, ve sadece kırılacak bir anı bekliyor.
işte maçın özeti budur. maçın 60.dakikasında bir sahaya bir kenara bakan teknik direktörün çaresizliği. sahada sene başından beri her maçı final maçı havasında oynamaya çalışmış bir takım ve tükenmiş futbolcular.
maç 2-2 oluyor bir anda, tur ümitleri azalıyor. antrenör kenara bakıyor, oyunu çevirebilecek kimse yok. takımın hücum etmesi gerekiyor, ve o da iki tane hücum oyuncusu alıyor.
ve deniyor ki, kankalarını oyuna aldı, artık bu duygudan kurtulsun. bazı arkadaşlara hatırlatmak istedim, kenarda ronaldo yok, messi yok, aguero da yok. bu takımın oyuncuları da malesef kenarda değil, tribünde.
insanlar aslında demek istiyor ki, sen bizim daha önce niye oyuna giriyor diye küfrettiğimiz mehmet güven'i oyuna almadın, yanlış yaptın. yani sen elindeki fırsatı kullanamadın, ben olsam kullanırdım çünkü bu işi daha iyi biliyorum demeye getiriyor.
amaç her zamanki gibi bağcıyı dövmek malesef. ve bizim oturduğumuz koltuktan herşeyi çok iyi bildiğimizi, o insanların ise 30 yıldır futbolun içinde olmasının bir öneminin olmadığını ve birşey bilmediğini kanıtlamak.
herkes kendi bildiğine gitsin yine, galatasaray bülent korkmaz'ı da kovsun. sıra size gelene kadar her teknik direktörü kovsun. siz de diplomanızı alın, şansızı zorlayın bence. saha kenarında oturmakla evde sıcacık koltuğunda oturmak arasındaki fark bazı şeyleri anlamayı engelliyor çünkü.