Yuvarlak bi camdan, eskiden kalma bir denizci dürbünüyle bakınıyorum...
filtre kahvenin dibini görürken tablada yanan sigarayı elime aldım. güneş denizin üzerine doğuyor ağır aksak temposuyla. ve bir nefes daha...
işte kuzey yönündeki genç adamın odası... hayatımı orayı izlemeye adamışım sanki... farklı ruh hallerinde aynı sanat eserlerini izlemek gibi hayatına dahil olmadan sadece bir izleyici olarak hayatımı deviriyorum...
güney yönündeki penceresinden odaya giren o gün ışığı yatağının üzerindeki pürüzsüz bedenini öyle bir hale getiriyor ki; vucudunu bütün şehvetiyle sergilemekten ileriye gidip onu kutsuyor... parmak arama kıstırdığım sigara elimi yakıyor fakat bu gösterinin bir saniyesini bile kaçırmamak için sigarayı ahşap yere bakmadan atıyorum.
yılın sadece 9 ayı o odada kalıyor ve güneşin ışıkları odada sadece beş dakika geçiriyor...
mart ayından kasım ayına kadar hergün 5 dakika bu tabloya bakıyorum... içkiyi fazla kaçırdığım geceler sızdığım için bu zaman düşüyor... yatağından kalkıp başını güney yönündeki penceresine cevirdiğinde evimi görüyor.
kedimi seviyor olmalı ki çoğu sabah behçemde koşuşturan o kediye mutlulukla bakıyor...
bu bana bizim koca oğlanın öldüğünde onun bir daha bu mutlulukla bakmayacağını düşündürüyor. o yüzden kedimin sağlığı ve beslenmesiyle daha çok ilgileniyorum...
şubat ayında bi pazar günüydü, hava çok soğuk kışın o ilk günleri... o şehirden ayrılalı neredeyse beş yıl oldu.
bir daha dönmemecesine bunu her gece yapalım mı? ister misin? her gece oradaydım. tütünüm, değişken ruh hallerim, bu ruh hallerini tetikleyen dalgalar, içkimiz, kahkahalarımız ve o...
aşkın upuzun sahillerinde yaşamanın böyle hayattan kopuk ve aynı anda hayatla iç içe olabileceğini nerden tahmin edebilirdim ki?