karanlığın içindeki hışırtıları duydu fakat gözlerini henüz açamamıştı. duyduğu ses en sevdiği kumaşın sesiydi. ipek kumaş kendine has bir salınım yaparak ses dalgaları üretiyordu. birisi ipekten yapılan bir şeyi silkeliyordu. ne olduğunu görmek için yavaşça gözlerini araladı. günlerdir gözlerini açmamış gibi gözlerine giren ışık canını yakmıştı. gerçekten nerede olduğunu ve hangi zaman dilimini yaşadığını bilmiyordu. karşısında saçlarını bir çift çubukla toplamış, yüzü bembeyaz pudrayla kaplı, çekik gözlü ve kırmızı dudaklı bir kadın duruyordu. kadının elinde tuttuğu ise altın sarısı motifler işlemeli kırmızı bir kimonoydu. qǐlái dedi kadın. çince bilmemesine rağmen kalkmasının emredildiğini ses tonundan anladı. buzlu camlı çift sürgülü bir kapı dışarıya doğru aralık bırakılmıştı ve içeriye süzen güneş ışığı parlak teninin rengini ortaya çıkarmıştı. kollarını uzatıp kadının kimonoyu giydirmesine yardım etti ve kuşağını bağlattırdı. kadın gözlerinin içine bakarak geriye doğru 3-4 adım attı ve arkasını döndü. arkasındaki bambudan yapılma kutuyu hızlıca açtı. kutunun içine elini nazikçe daldırıp yavaş yavaş kaldırdı. avuçlarının içinde iki adet parlayan metal yükseldi. saf demir ancak bu kadar güzel görünebilirdi. keskinliği bir saç telini bile ayıracak cinstendi. çok iyi bir ustanın elinden çıktığı belliydi. subaları bambudan oyulmuştu ve kauçuk ile kaplanmıştı. kadın katanaları ahşap masanın üzerine bırakıp tekrar kutuya yöneldi. bu sefer kutunun içinden iki tane kauçuk ve deri karışımından yapılmış saya çıkardı. bu kınlar da yine kimono gibi kırmızıydı ve altın sarısı işlemeleri vardı. kadın katanaları dikkatli biçimde sayalara yerleştirdi ve ardından adamın kuşağına bağladı. adam kendini sirk gösterisine hazırlanan palyaço gibi hissetmişti fakat palyaçolar kadar mutlu göründüğünü sanmıyordu. kadın kapıya doğru ahşap zemin üzerinde çıplak ayaklarla süzüldü ve hafif aralık olan kapıları ardına kadar açtı. dışarıya baktığında geniş bir avlu gördü. avlunun tam ortasına giden, kenarlarında sakura ağaçları olan taş bir yol vardı. avlunun ortasına giden tek yolun bu olmadığını fark etti. aynı yoldan üç tane daha vardı ve her biri şinto tarzı mimarisi olan evlerin buzlu camlı kapılarından uzanıyordu. yola doğru birkaç adım attı, sendelememek için gözlerini taş yoldan ayırmıyordu. avlunun ortasına yaklaştıkça başka ayak sesleri de duydu, taşa basan çıplak ayak sesleri... avlunun ortası taş değil mermerden yapılmıştı, ayağını bastığında mermerin soğukluğunu hissetti. hafifçe kafasını kaldırıp çevresinde olan biteni izlemek istediğinde kendisiyle aynı giyinmiş üç farklı adamın avlunun ortasında karşı karşıya bakıştığını gördü. gözlerini odaklamak için biraz kıstı ve karşısındakileri tanımaya çalıştı. uyandığından beri yüzüne dokunmak aklına gelmemişti ve o an eli yüzüne gittiğinde suratında karşısındakiler gibi bir maske olduğunu hissetti. telaş yapmıştı fakat bunu onlara hissettirmek istemiyordu. karşısındaki adamlardan birinde kendi katanasından daha uzun bir ōdachi, birinde ince uzun bō sopası, diğerinde ise ucu sivri mızrağıyla birlikte naginata vardı. katanalarının subalarını tutup kaldırdığında diğerleri de silahlarını kaldırdı. demir ve sopa sesleri havada uçuşurken hepsi soluk soluğa kalmıştı. kazanan ve kaybeden yoktu. sanki hepsi birbirinin savaş tarzlarını ezbere biliyordu. hepsi aynı anda ellerini maskelerine götürdü ve maskelerini açtılar. maskenin altındaki yüzleri görünce şok geçirmişti. çünkü karşısındaki suratlar da aynı şokla kendilerine bakıyordu.