bu deniz canlısına dair anılarım nicedir. yüzmeyi bilmezden önce dahi rahmetli dedem adına cemek dediğimiz poseidon mızrağına benzer demir bir zıpkınla palazlı yengeç avlardı yani pavurya. bu hayvan öyle çok derinlerde ya da kıyıya yakın yerlerde gezmez; ortalama 5-6 metre derinlikte, zeminde yaşamını idame eder. cemeği ortasına saplasanız dahi kolay kolay can vermez ve hatta kıyıda biraz inceleyeyim dediğiniz takdirde parmaklarınızdan birine kalıcı hasarı bırakmayı da ihmal etmez. fakat her şeye rağmen haşlanır, rengi turuncuya döner, kitin tabakası sert bir cisimle kırılır ve içinden çıkan lifli beyaz et afiyetle yenir ki, böyle bir lezzet yoktur!
konu konuyu açıyor, dolayısıyla benim de dilim gevşiyor.
eşinle, dostunla veyahut şirketten bir arkadaşınla deniz mahsulleri servis edilen bir restorana gittin diyelim. bakıyorsun dolaba babakale ahtapot, kafası gülle gibi dülger, kanatları kelebekten hallice kırlangıç, düğmeleri vakko'ya dişini sıktıran cinsten sekiz kiloluk kalkan, yapısı füzeden hallice kofana, bütünüyle görsel şölen sunan ve tsk'ya envanter olmaya aday jumbo oğlu jumbo karides!
"ooo" diyorsun, "tezgah ateş ediyor!"
iki kişisin, çok da içici değilsin, fahrettin kerim'e de niyetlisin.
koydurdun mu ortaya mini mini valimiz fahrettin'i yani 35'liği!
iyisin, hoşsun, tekmil favadan bir lokma alınca daha da bir mayhoşsun.
sonra garson bey ya da hanım gelip sana diyor ki:
"pavurya söğüşümüz de var"
"yapma yav" diyorsun, görmek istiyorsun bahse mahlukatı haliyle.
bir de ne getirsin, surimi! akabinde "annenin duhula maruz kalan müstehcen organı" diyerekten selam çakıyorsun, hesabını ödüyorsun ve bir daha da o mekana uğramamak kaidesiyle olay yerinden uzaklaşıyorsun.
tabahat, mutfaktan gelirmiş. yani yemek pişirmek. yani aşçılık.
herkes aşçı, herkes işletmeci olamıyor maalesef.
"işkilli büzük dingilder" demişler. size adi mal satan esnafı ve çalışanlarını yakaladığınız vakit, dingildemeye başlarlar. pavurya ya da yengeç diye surimi satmaya çalışırlar. analarının amlarıdırlar.