sözlük yazarlarının söylemek istedikleri

entry25306 galeri video48 ses35
    23963.
  1. Bu akşamüstü sevdiğimiz bir abimizin eşinin ölüm haberiyle sarsıldık. Daha 1.5-2 ay önce yazlıkta; diz dize, balkonda mehtabı izleyip hep beraber gülüşüyorduk. Bugün ise artık aramızda değil. Hayatı ve ölümü ilk defa bu denli, bu kadar birbirine katışık gördüm.

    Babam o gece, emin amca bize geldiğinde bir eve gidip geleyim demişti. Babam da takılmak için “ne o Fatma yengeyi özledin herhalde, onsuz duramıyorsun” demişti.
    Emin amca ise “yok yav…” sonrasında ise “tabii Fatma’nın yeri bende çok başka ve apayrıdır” demişti…

    Çok üzücü. Şimdi uzandığım yatağımdan onların yazlık evini görüyorum. Boş gözlerle o balkona bakıyorum.

    Hayat esasında bir hiçten ibaret. Bir gün bir Nadide çiçeği koklama gayesiyle hep yarınlara uzanmaya gayret ediyoruz, belki biraz o çiçeği kokluyoruz. Bu yolda bazen yüzü ışığa batmış Işıl Işıl yakışıklı, güzel o yiğit yüzlerle; hayatın en derininden kopup bir kaynak gibi yeryüzüne çağlamış yiğit çehrelerle, mert, aydınlık gönüllerle rastlaşıyoruz.
    Sonunda hiçbir yerinde bulunmayan insanlar, o dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan çiçekleri koparıp yeryüzünden en güzel Türkmen atlarına binip doludizgin ayrılıyorlar.
    Şükür ki böyle insanlara tesadüf ettik, şükür ki bu kültürde yetiştik. Şükür ki bu insanların arasından çıkıp geldik. Her

    gökyüzünün aydınlattığı ovanın ağaçları, çiçekleri görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. bilinen çiçeklerin daha görkemlisi, daha renklisi. dünya'da hiçbir çiçeğe benzemeyen. dille tarif edilemez büyülü çiçekler. kırmızısı parlak som kırmızı, sarısı altın, pembesi... parlak ve renkli. insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da bu çiçekleri, kafdağı'nın ardında da olsa arar bulur da görür... yaratıcı, bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, ışıkları bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti. çiçekler, ışıklı bir denizi çerçevelemişti. denizin tam ortasında üç tane yelkenli yelkenlerini açmış gözükmeyen sonsuzluklara, uzaklardaki aydınlığa uçuyordu. üstteki gök de kanatlıydı.

    Sonra, duraksayıp. Ömür dedi yörük beyi, ömür ancak bir aldatmaca ve aldanıştır. Birkaç düş, bir gönül hatırası.

    yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
    birkaç yıl daha katlan, dedi.
    nedir; dedim bu yaşamak?
    bir düş, dedi; birkaç görüntü.
    Bu zorbalar ne biçim adamlar dedim.
    Kurt, köpek, çakal, hain, ikiyüzlü, dedi
    Ne dersin bu adamlara ne dersin bu kadınlara dedim.
    Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi
    Benim bu deli gönlüm dedi yörük beyi.
    Ne zaman akıllanacak…

    Ben olmayınca bu güller yok
    Ben olmayınca bu serviler yok
    Kızıl kızıl dudaklar yok
    Mis kokulu şaraplar yok
    Sabahlar, akşamlar yok
    Sevinçler tasalar yok
    Ben düşündükçe var dünya
    Ben yok o da yok…

    Kalktık Asya’nın Türkmen elinden sökün eyledik Parlar omzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamya’ya, Arabistan çölüne, Anadolu’ya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız… Her birisinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim, keçe, çullarımız…
    Haran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük… Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiç bir zaman aşağılamadık. insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırdetmedik. El aman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş… Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadolu'da karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı… Vardık Anadolu'da da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu… Anadolu ovası Tuz gölü, kehrübar sarası üzümleriyle Ege ovaları… Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolu'nun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi haldan hallere… Anadolu'nun taşıyla toprağıyla, akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi… Yağmurla toprak gibi… Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı… Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk… Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylarınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik… Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız… Haran ovasında, Mezopotamya'da yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece…
    5 ...