Sen ne sezar’dın ne napolyon’dun. Hiçbir karış toprak işgal etmedin. Hiçbir damla kan akıtmadın. Fakat gönlümün vatanına binlerce yeni, sağlam, güçlü, umutlu ve çalışkan eller kazandırdın.
Herkese her şeye karşı savaşabilirim ama sana karşı değil; bir suskunluğun ile düşer gönül şehrim, kılıçtan geçer tüm güzellikler…
Kıvrılsam da kendi Babil kulemde kimsenin bilmediği dillerde sana sözler söylesem.
sen eşi benzeri bulunmaz mercan bir incisin ama onlar sana mantar diyecek.
Bana kendimi öptüren “…” sarıl bana, üstüme baharını getir. Tırnaklarım sökülsün önce hayata, sonra sana tutunmaktan.
Nedir dedi bu kavurucu ateşle esen aşk, ayrılıklar da ölüme benzemez miydi. Ölümden de beterdi. Dünyayı onsuz manasız buluyor, hayatın boşluğunu düşünüyordu. Yalnız onun sesini işitmek yahut dizinde yatmak ve onu görmek bir ömre değerdi.
O beyi, onların obalarını, anasını babasını yiğit yüzlerini, güzel gönüllerini, candanlıklarını ve halkını göreceği, özleyeceği tutacak kavrulacaktı. Nasıl unuturdu o dünya iyisi dünya yiğidi dünya yakışıklısı yörük beyini; ya o nasıl unuturdu çiçeklerin sultanı hatunu. tâ yüreğinde bir ağırlık duyuyor ve onu görmek isteğinin, ayrılığın bütün varlığını yaktığını seziyordu.
Yasa neymiş, anlamazdı gönlü; Taşa çeker, inlemez, Gönül ferman dinlemez Çünkü aşka satılmış…
Gönül bu, ateş düşmeye görsün; kaza belâ dinler mi?
Gönlündeki azgın volkanları dindirmek ve medet ummak için…
Gözlerin bıçağından daha keskin değil ya, diyerek göğsüne saplanan bıçağı çekip yere attıktan sonra...
Ah çekip yıkılması bir olmuş....
Gözleri, bakışları daha keskindi.