hayatının en boktan dönemindeysen, bu kadar boktan bir hayatta umut edip yaşamak, boka çamura şeker karıştırıp yemek gibi bi şey. bir gün öncesinde dünyası başına yıkılmış, acısı henüz taze olan bir adama çiçeği böceği gösterip meditasyon kitaplarından fırlamışçasına "heey hayat çok güzel hheey evrene enerjimizi verelim iyi şeyler düşünelim heeey!" falan demek, yığınla boka bir küp şeker katıp "al bak bi ye ya tadı çok güzel oldu ama eheh." demek gibi bi şey. bu mantıklı mı lan sizce? değilse eğer, yasın tam ortasındaki adama da bi zahmet umut bilmem ne falan diye de salak salak öğüt vermeyin o zaman. herkes bi allame-i cihan amına koduğumun ülkesinde, herkes bi freud ya. ayaküstü çocukluğuna ineni mi dersin, iki dakikada sana teşhis koyanı mı dersin, anaa yemin ediyorum freud ölmemiş aq lan. 2-4 yıl üniversite okuyan, hatta instagram kullanmayı öğrenen herkes psikolog oldu amına kodumun ülkesinde. tamaaaaaam okumuşsun, her sike bir isim koyulmuş ve onların hepsini ezberlemişsin ama bırak da adam bi hönkür hönkür ağlasın aqqq müsaadenle. ilk yas anındaki adama "ağla kardeşim benim ağla..." demek, omuzuna dokunmak, koluna girmek, ne bileyim yanında sadece oturmak, susmak ya da beraber ağlamak; yemin ediyorum öğrencisine ders veriyormuş gibi içinde 30 tane terim olan boktan bir cümle kurmaktan ve durmadan kendini anlatmaktan bin kat daha yararlıdır, emin ol buna. kendini göstermek yerine, karşındakine yararı gözetsen yapmazsın şunu.
eyvallah "acının panzehiri dosttur", inan hiçbir itirazım yok buna. ama "alttan almayı, susmayı, hak vermeyi, duymak istediği cümleyi kurmayı, koluna girmeyi, yanındayken yokmuş gibi davranmayı başaran iyi bir dost" ise panzehirdir o yanındaki. "kendini panzehir zannedenler vardır bir de. durmadan konuşur, durmadan yargılarını sıralar, durmadan acıyı azaltmak için akla hayale gelmedik teklifler yapar, acıya yorgunluk katar." sen dili kullanarak "psikoloğa git sen şöylesin sen böylesin" falan der. fakat aslında yaptığı tek şey "acıya yorgunluk katmaktır." sus, sadece sus. bu kadar. yorma cümlelerinle birader, sus. biz de biliyoruz senin bildiklerini kardeşim, biz de okuyoruz senin okuduğun o kitapları, amerika'yı bininci kez keşfetme aq, bi tek senin aklına gelmiyor bunlar yani özel değilsin, o yüzden kapa çeneni.
"bi şeyler söylemeliyim" diye düşünüp sikim sikim konuşmanın mantıklı hiçbir tarafı yok. her şeyde bi çiçek böceklik, her şeye bi lafın olmasın aq ya. ilk yas anını yaşamaya bile müsaade etmeyecekler neredeyse!
sağda solda sürekli "mutlu ol, bu bir emirdir!" falan diye dolaşan nöbetçiler var sanki. abi bi bırakın lan somurtmak istiyoruz belki biraz ya. lan bi dur bi dur ya bi siktir git, müsaade et de bi ağlasın, bi rahat bırak lan.
ki bu zevatların verdiği hayat dersleri de bir nutuk atan siyasetçi edasında, zaten kimsenin itiraz etmeyeceği boktan, yüzeysel, sikindirik laf salatalarından ibaret oluyor genelde. bu gereksiz öğütleriyle kafa siken tipler niyeyse kendi işini dahi düzgün yapamayıp başkalarından her konuda kusursuzluk bekleyen ve mükemmeliyetçiliğin böyle bi şey olduğunu zannederek hele hele hele hele diye ortalıklarda dolaşan, söylediklerinin büyük çoğunluğuna kendisi de uymayan, onları sadece başkalarından talep eden bir dalyarak oluyor.
ama sizi de anlıyorum, yaşamak için sebepler arıyorsunuz. acının olduğu yerde ölüm kurtuluşsa, ölmemek için biraz şeker katıyorsunuz acıya. da işte keşke bokunu çıkarmasanız diyorum ben de size.
koladaki ideal şeker oranına mesela, mutluluk noktası diye bi şey deniyormuş. (hah bi bunun ismi yoktu.)
adamın birisi üründeki şeker oranını arttırınca insanların daha da sevdiğini keşfetmiş. şeker katmış, katmış, katmış, en sonunda öyle bir noktaya gelmiş ki artık durması gerektiğini anlamış. çünkü eğer birazcık daha şeker eklenseymiş insanlar artık sevmeyi bırakırlarmış. heh işte o durdukları noktaya mutluluk noktası deniyormuş. bu mutluluk noktası dedikleri şey, sonraları bir sürü üründe de oluşturulmuş. sonra fark etmişler ki en boktan şeyleri bile yeterince şekerlendirirsek yedirebiliriz. biz şu an bildiğin asit içiyoruz aq, düşünün, koladan bahsediyorum. şeker dediğin şeyle acı biberi portakalmışçasına ısırıp, sirkeyi limonataymışçasına höpürdetebilirsin. kola reklamlarında open happiness yazmasının sebebi de bu galiba. yeteri miktarda şekerle mutluluğun kapısını açıyor adamlar. gerçi hayat için mutluluğu böyle bir şeye bağlamak, kayapo kabilesinde kemikleri sayılan 30 kiloluk adamın sırtına 200 kiloluk yük yüklemek gibi bi şey. böyle sonu olan hazlarla en fazla beş dakika keyiflenebilirsin. mutluluk başka mesele; o, anlamla ve tatmin duymakla ilgilidir. yeterince eğlenceli olmayan ve çoğu zaman donuk birisi de hayatında bir anlam varsa ve tatmin duyuyorsa mutlu olabilir bu yüzden. ya da tam tersi eğlenceli bir adam bir anlam bulamıyorsa, tatmin duymuyorsa mutsuz olabilir. bu sonu olan hazlar, makarna üzeri sostur en fazla yani o yüzden. makarna yoksa sos belki keyif verir ama doyurmaz. anlam yoksa hayat da belki keyif verir ama mutlu etmez. o sebeple "hayatımda anlam var mı?" diye bir kere bile sormadıysan kendine, bana "mutluyum" deme, en fazla keyfin yerinde. yani aslında mutluluk noktası çok başka bir yerinde hayatın, öyle şekerde mekerde değil.
her neyse, diyeceğim şey şu hacı abi:
bu boktan hayatı da şekerle karıştırarak yiyoruz galiba.
- tamam hayat çok güzel lan, biraz daha şeker verin hadi!
ama kardeşim durun bir yerde artık, bokunu çıkarıp o ideal noktayı da geçmeyin, tiksindiriyorsunuz çünkü.