firdevs onu bu elde, bu diyarda ilk kez görmüştü. görür görmez vurgun yemişti. kimdi bu adam? buranın tüm halkları türkmenlerin, yani karakeçili türkmen aşiretinin hakimiyetindeydi. hakimiyetinde milyonlarca insan vardı, bu yerdeki herkesi de bilirdi ama bu adamı ilk defa görmüştü.
kimdi bu büyüleyici yabancı? insanlar niçin çevresine akın ediyorlardı? ermeniler, azeriler, farsiler, türkmenler, özbekler, kırgızlar, rumlar, kafkas türkler, kazaklar...
bir kağan mıydı? bir kağandan çok daha yakışıklıydı. kağan olsa bile bilirdi. böyle bir kağan yoktu.
atının üzerinde çok ihtişamlı gözüküyordu. herkesin içinden ayrılıp bir güneş gibi parlıyordu. acaba rüyada mıyım da böyle bir insanüstü varlığı görüyorum diye söylendi.
birkaç dakika düşündü ama rüyada değildi.
boyu uzundu 3 arşına yakındı(1.90), gözleri hafif çekikti. göz yapısı çok keskindi. ömründe bu kadar muhteşem gözleri ilk defa görüyordu. gözleri büyüleyici ve nefes kesiciydi. sakalları kısa ama gürdü. yüz hatları ve teni kusursuzdu. çenesi köşeli, elmacık kemikleri biraz biraz belirgin ve yüzü keskin bir hatta sahipti. ömründe bu kadar yakışıklı birini, bu kadar muhteşem bir yüz görmemişti. göremeyeceğini iyi biliyordu. bayılacak gibiydi.
bu gizemli yabancı, herkesle hasret giderdikten sonra bir eve doğru misafir olarak yöneldi. gizli gizli onu izliyordu. onun 3 katı kadardı. kol, göğüs, omuz, sırt kasları kıyafetinden taşıyordu. sonra soyundu, vücudu da kusursuzdu. acem'in frenk'in heykeltıraşları vücudunu mermerle kazımış gibiydi. dünyanın en ünlü sanatkarları en muhteşem eseri yaratmış gibi gözüküyordu.
kendinden bir an için utandı ama dayanamayıp izlemeye devam etti. sonra arkasında bir ses gelince yakalanmamak için apar topar oradan uzaklaştı.
kafasında binbir düşünce, içinde bin bir türlü güzel düşünce ile sarhoşlamış şekilde aşk şarabını, sevdalı gönlüne şifa niyetine içe içe yürüyordu. kimdi, bu zamana dek onu niye hiç görmemişti? türk müydü? farsi değildi, rum değildi, azeri hiç değildi. ermeni olması ise imkansızdı.
türk olsa?
iyi de kazaklar, kırgızlar, özbekler gibi çekik gözlü değildi. boyu uzun ve kaslıydı. sakalları tamdı.
kazaklar, kırgızlar, özbekler ise ne iri ne hafif çekik gözlü ne uzun boylu ne gür sakallı idi. moğolların akrabaları gibiydiler. yakışıklılık ise onlara hiç uğramamıştı.
nereliydi, kimdi? tahmin yürütüyordu. işin içinden çıkamıyordu. türkmen miydi? karakeçili miydi? iyi de karakeçililer hep esmerdi. o ise kumraldı ve kusursuz bir yüz ile vücuda sahipti. türkmenlerde yakışıklı erkekler görmüştü ama abartılacak derecede değillerdi. onun yanında hepsi bir çamur gibi kalırdı.
bir nereden olduğunu öğrense gerisi kolaydı ama bu muhteşem varlığın aidiyetine dair bir karar kılamıyordu.
(sonradan bu kişinin bir ''kağan'' olduğunu öğrenme şerefine nail olacak, bu kısmı sonrasında anlatacağım, şimdilik giriş olsun diye buraya ekledim. burada kesiyorum ve romanın devamından bir kesit koyuyorum)
...
...
canından çok sevdiği ağabeyini henüz daha bir çocukken 15 sene önce bir ziyaret esnasında, moğollara kurban vermişti.
ağabeyinin 50'ye yakın kişiyle çarpışmasını, yiğitçe cenk etmesini ve en sonunda katledilişini ormanın içinden, sessiz sedasız ve çaresiz ağlayarak izlemişti.
atına atlayıp bir yıldırım gibi 7 günlük yolu 3 günde gitmişti.
türkmen eline geldiğinde her yeri kan ve revan içerisindeydi, hüngür hüngür ağlıyordu. obadakiler bir felaketin olduğunu çoktan anlamıştı.
bey olan babası ve anası, ağabeyini sorduklarında felaketin acı hikayesini onlara da anlattı. annesi aylarca yataktan kalkamadı, babasının ise günlerce ağzını bıçak açmadı.
ağabeyinin yarenliğine o günden sonra bir haller oldu.
bey yani babası, o olaydan birkaç hafta sonra birkaç kez moğolların üzerine 20 bin kişilik ordusuyla sefere çıktı ama hiçbir zaman istediğini alamadı. yanlarına kaldı.
15 sene boyunca her allah günü canından çok sevdiği abisinin silüeti gözlerinin önünde canlandı.
babası, osmanlı'nın da mensubu olduğu karakeçili aşiretindendi ve türkmen elindeki aşiretin reisiydi. osmanlı onların kardeşiydi. aynı kandan aynı atadan çıkmalardı. bu türkmen beyi, osmanlı'nın doğu'daki kanadıydı. osmanlı sultanları ile eşdeğerdi. birçok kez osmanlı'daki sultanlarla beraber birçok sefere çıkmış, cenkten cenge at koşmuş, askerleriyle ve de oğluyla birlikte onlarca savaşta savaşmıştı. hakimiyetinde yüz binlerce asker vardı. asya'da ondan büyük yoktu, tüm türkmen aşiretleri, kırgızlar, kazaklar, ermeniler, farslar, azeriler, kafkas türkleri emrinden çıkmazdı. ama yaşı artık 50'lerin sonuna doğru dayanmıştı. ömrünün yarısından fazlası at üstünde cenkte geçmişti. hem karısı artık seferlere gitmesini istemiyor hem de kendisi beyliği oğluna devretmeyi düşünüyordu.
koca bey artık yorulmuştu.
nitekim de birkaç ay içerisinde oğlu, kardeşleri osmanlı'nın haçlılarla yaptığı savaştan döndükten sonra öyle oldu.
oğlu bunun için çoktandır hazırdı.
oğluna ata yadigarı börkünü ve kılıcını on binlerce kişinin önünde teslim etti.
artık bey değişmişti. halkta muhteşem bir sevinç vardı. yeni beye cem eyleniyordu, kazanlar pişiyor, her bir yandan müzik raks ediyordu. koca bir toy vardı. ozanlar her bir ağızdan yeni beyin şerefine yır yakıyordu. curalarının teline büyük iştahla vuruyorlardı. eski beylerinden çok memnunlardı ama kuşkusuz halk da yeni beyinin başlarına geçmesini daha gönülden istiyordu. onun başa geçmesini istemeyenler sadece düşmanlarıydı. başa geçtiğinde kendileri için bir felaketin geleceğini iyi biliyorlardı.
bir zaman geçti.
yeni hakan, devleti devraldıktan sonra her gece at sürmeye başlamıştı. böyle bir alışkanlığı yoktu, canı sıkıldıkça arada bir at sürerdi. pratik yapmak istiyorsa bunu geceye bırakmazdı. halbuki her gece atına atlıyor ve saatlerce kayboluyordu.
noluyordu? obayı bir söylenti kapladı, herkeste bir uğultu vardı.
beyin başında bir hal vardı ve herkes endişe içerisindeydi.
doğuştan ateş yürekliydi, dağ gibi yüreği her daim ateş gibi çarpardı. babası gibi gerektiğinde sineye çekemiyordu. babasının aksine kindardı ve hafızası ziyadesiyle kuvvetliydi.
içinde büyük bir kurt vardı, için için kendini yiyordu. osmanlı da sefere çıkmıyordu ki gidip sefere katılsın. obada yapacağı hiçbir şey yoktu. sadece at sürüyor, talime gidiyor, arada komşu halkları ve yerleri ziyaret ediyordu ama bu içindeki ateşi azaltmak bir yana, daha da körüklüyordu. yanındaki adamları bey'in bu halinden çok korkuyordu. onlarca yıl babasının sinirli, ateşli hallerine şahit olmuşlardı. ama bu seferki bambaşkaydı. oğlunun bu halinden ölürcesine çekiniyorlardı.
gerekirse inandığı ve kafasına koyduğu şey uğrunda dünyayı ateşe vereceğini iyi biliyorlardı. ölen abisi gibi yumuşak başlı ve sakin değildi. babası gibi gerektiğinde sineye çekemiyordu, çekmek istemiyordu.
bey'e göre, abisi ve babası sıradan ve hayal gücü dar insanlardı. kendisi kadar cesur değildi, kendisi kadar zeki değil, kendisi kadar kudretli, kendisi kadar ileri görüşlü değillerdi. o dünyaya gelmiş en büyük kurttu. bu dünyayı, bir çağı dizginlemek, tutsak etmek için dünyaya gelmiş yırtıcı kurttu.
isterse batı'ya emri altındaki orduyla sefere çıkar osmanlı'yı da avrupa'yı da darmaduman ederdi fakat kendisi osmanlı'nın kanındandı ve osmanlı'yı derinden seviyordu. onlara ihanet etmek içinden gelmezdi fakat osmanlı'nın çürümüşlüğünü, baştakilerinin saraylarında pineklemelerinden, devşirmelere imtiyaz tanımalarından, türklüğü unutmaya başlamalarından ve türkleri alaşağı etmelerinden nefret ediyordu. hele ki yeniçeri bozuntularından iliklerine dek nefret ediyordu.
anlaşılan o ki yeni bey ile osmanlı arasında zaman zaman sürtüşme olacaktı. yine onlara savaşta ve diplomaside destek olacak, devletinin bekası için yanında olacaktı ama şüphesiz mesafe koyacaktı. daha bey olmadan çok önce aklında bu düşünceler vardı. aklından düşünceler hiç eksik olmuyordu...
babası, kız kardeşi ve anası endişe içindeydi. ona başındaki halin ne olduğunu sormaya korkuyorlardı.
sorsalar da söylemeyeceğini, susacağını en iyi onlar biliyordu.
anası ve babası her namaz sonrası, kötü bir şey yapmaması için allah'a yalvarıyorlardı.
günler böyle geçti, yakın eldeki düşmanlara baskın düzenlendi ama bey'in(baybora) içindeki ateş bir türlü sönmüyordu. her geçen gün ateşi daha da harlamıştı.
bir zaman sonra seferden dönüşte; ocakta harlı ateşin sönmesi gibi, yüzündeki öfke de kaybolmuştu. sessiz ve mağrurdu. kuşkusuz mizacı böyleydi, tıpkı bir han'a yakışır gibi ama içini yakan ateşin ne olduğunu hiç kimse bilmiyordu. bazen apansızın, hiç haber vermeden ve hiç beklenmedik bir anda kendinden geçerek atının gemini çekip yön değiştiriyor, dörtnala atını çılgınca koşturuyor, onu izleyenler çarpmamak için atlarını hemen yana sürüyor, açılmak zorunda kalıyorlardı.
o büyük han, dikkatle, kaygıyla gökyüzüne, yanına yöresine bakınıyor, telaşlanıyor, gökyüzüne bakarken güneş yüzüne vurmasın diye elini alnına koyuyor ve elleri sinirden titriyordu.
seferden dönmüşlerdi.
gündüz, geceyi doğurmuştu.
yine hiçbir şey söylemiyor, sadece tanrı'nın canlılara, bütün aleme bahşettiği ebedi karanlık gökyüzüne bakıyor ve hüzünlü, hafif çekik gözleriyle sonsuz yıldızların ağır raksını içinde fırtınalar koparak izliyordu. dayanamıyordu, dayanamayacaktı. börkünden yüzüne düşen gölge hafif çekik gözlerini daha da karartıyordu. gökyüzüne bakışları kaybolmamıştı. içten, can ve gönülden dua ediyor gök’ten yazgısının ne olduğunu soruyordu. ama gök susuyordu. yalnız, iyice yükselen ay, mora çalan ışığını, belli belirsiz, karakum bozkırına ve seyhun'a yaymaya devam ediyordu: gecenin sırlarına ve insanlarıyla birlikte derin uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara...
uykuya gömülmüş türkmen elinden çin'e dek uzanan sonsuz bozkırdaki biri ise hiçbir şey söylemeden sadece yaldızlı dehlizlere boğulmuş gökyüzüne bakıyordu. gökyüzü kimsesiz, bomboş uzayıp sonsuzluğa gidiyordu. öfkeyle karışık kederli gözlerle sonsuz yıldızların ağır raksını seyrediyordu. bey baybora dertliydi, kimseye belli etmiyordu ama içi paramparçaydı ve kan ağlıyordu.
dünya iyisi ağabeyinin katledilişi gözünün önünden gitse de bir türlü aklından ve yüreğinden çıkmıyordu. kini, öfkesi asla dinmeyecek bir yağmur gibi yüreğine yağıyordu.
tan, gecenin içinden çıkmış, doğdu doğacaktı. canlılara sonsuz rahmetini bağışlayan gök, tüm ihtişamı ile yeryüzünde duruyordu. havada asılı duran bulutlarıyla, obanın içine hışım gibi yağmurla günün ucundaki tan ile birlikte damlalarını indirmeye hazırlanıyordu.
yağmur, rahmetini yeryüzüne önce damla damla, sonra karşı yüksek dağın tepesinden kopup, köpürerek, gürüldeyerek dağın yamaçlarında yitiyor, ovaya iniyor, oradan da evlere ulaşıyordu. dağ, sel olmuş yürüyor, köpüre köpüre aşağıya akıyordu.
bir zaman sonra, gökte kulakları sağır edecek bir gürültü... gök yağmıyor, adeta inliyordu. bir zaman yeşil gölgelerle kaplı bu oba, karanlığa kesti. ışık, döne döne, aydınlığını savurarak çekti dağların ardına aktı gitti. göz gözü görmez, işitmez bir karanlık. hiçbir kara parçası, hiçbir yanda gözükmüyor. kuşlar kıyamet, dağın üstünde kanat kanata, çığlık çığlığa, bir iniyorlar kalkıyorlar. neredeyse saldırıp, dünyayı parça parça edecekler...
kuş sürüleri sonsuz bir hortumda, bulutlarla karışmış dönüyorlardı.
karanlık ve yağmur, kasabanın ve gökyüzünün içinden yavaş yavaş çıktı. gökyüzüne uzanan dağların üstündeki bulutlar, dağın arkasından yavaş yavaş iniyordu. gök, bu sefer aydınlığa kesiyordu... göz açıncaya dek gökyüzünde beliren turuncu ışık, kapayıncaya dek önce dağları, sonra dolanıp çınar ağaçları ile kaplı bütün ovayı ve evleri som turuncuya boyadı. günün ucu, tepeden yere doğru usul usul inip, kasabalılarla birlikte ufukta görünüverdi.
gökyüzünün aydınlattığı ovanın ağaçları, çiçekleri görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. bilinen çiçeklerin daha görkemlisi, daha renklisi. dünya'da hiçbir çiçeğe benzemeyen. dille tarif edilemez büyülü çiçekler. kırmızısı parlak som kırmızı, sarısı altın, pembesi... parlak ve renkli. insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da bu çiçekleri, kafdağı'nın ardında da olsa arar bulur da görür... yaratıcı, bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, ışıkları bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti. çiçekler, ışıklı bir nehri çerçevelemişti. nehrin tam ortasında üç tane yelkenli yelkenlerini açmış gözükmeyen sonsuzluklara, uzaklardaki aydınlığa uçuyordu. üstteki gök de kanatlıydı.
nehir çok uzaklarda, kaynaşan ışıklarda son buluyordu. ışıkların üstünde, bir yaprağı mavi göğe ulaşan, ışıktan, belli belirsiz mavileyen bir tek çiçek açmıştı, belki de en büyülü çiçek. orta yerde, birbirinden uzak iki kuğu sırtlarını ışıktan örülmüş çiçeğe dönmüş, kıyıya doğru geliyorlar, tam ortalarına da kanatlarını dikmiş bir kuğu ilerliyordu.
az daha beklese kuğu inecek, gerilmiş kanatlarını şıp diye nehri vuracaktı. merdivenleri hızla indi, nehrin kıyısına vardı, yüreği sinirden ve yarım kalmışlıktan hiç olmadığı kadar atıyordu, derin bir soluk aldı, gözlerini kapadı. gözlerinin önünden kuğu sürüleri, büyülü, görülmemiş, ışıkla doldurulmuş çiçekler geçti, maviyle yoğrulmuş. gözlerini açtı, gözleri kamaştı. ışığın nehrin üstünde şırıldadığını gördü. arkasına döndü, nehri kıyısından çakıl taşlarının üstüne basa basa gitti. taşlar yankılandı.
yankı artık zihnindeydi.
bir kurt gibi yediği ayazı unutmuyor ya bunu zamanında yahut da bir zaman sonra hesabını soruyordu ama bu sefer ki bambaşkaydı.
asya'ya hakim olduğunu iddia eden 2 topluluk vardı: türkmenler ile moğollar. türkmenler bir türlü moğollara hakimiyetini kabul ettirememişlerdi ve bir türlü doğu'da moğolların katliamlarını, zorbalığını kesememişlerdi.
hem bu meseleyle mücadele etmek istiyordu hem de ve en önemlisi abisinin kanını yerde koymamak istiyordu.
15 senedir her gece abisinin kederini, kinini, öfkesini içinde taşımıştı ama bu kadarı yeterdi. artık kini, öfkesi bedenini aşıyor, dünyayı kaplıyordu.
kararını vermişti. hazırlıklara başlamaları için emrindeki adamlara emir verdi.
annesi buna karşın yapmaması için ağlayarak ayaklarına kapanıyor, bunun sonunda büyük bir felaket olacağını düşünüyordu. babası ise onun bu kararından vazgeçmeyeceğini adından daha iyi bildiği için konuşmaya tenezzül dahi etmiyordu.
anne ve babasının aksine, obadaki herkes bey baybora'nın bu seferden galip ve sağ salim geleceğini yürekten biliyordu. herkes neşe içerisindeydi. halkı için o ölümsüz, dünyanın en büyüğüydü. onu tanrı, gökyüzü, yeryüzü koruyordu. o kutsanmış bir kağandı.
asya'daki tüm bekar kadınlar ona ve onun yakışıklılığına aşıktı. evli kadınlar bile içten içe ona aşk besliyordu. onun zekası, yakışıklılığı, cesareti, adaleti, bilgisi ve karakteri karşısında aşık olmamak mümkün değildi.
fakat ona tıpkı diğer kadınlar gibi aşık olan firdevs'in kederi içini yiyordu. bey, kuşkusuz onlarca büyük savaşa katılmış ve defalarca sağ salim çıkmıştı ama bu seferki bambaşkaydı. farslar, ezelden beri hep önce hep türklerden sonra moğollardan ruhunun en derinine kadar korkmuştu, firdevs de moğollardan korkuyordu.
türkler için moğollar çocuk oyuncağıydı, türkler hiçbir şeyden korkmazdı. bunu çok iyi biliyordu. hele ki baybora bey daha da korkusuz ve cesurdu. işte o da bu yüzden çok korkuyordu. beyin, lügatında geri adım atmak yoktu. lügatında inandığı şeyler uğruna can vermeyi göze almak vardı. firdevs, korku ve hüzünden titriyordu.
beyin gitmesini istemiyordu, her gece uzaklardan bir ses duysa, acaba bey gidiyor mu diye yatağından dışarı fırlıyordu. bey'i ilk gördüğü andan sonra ona yakın olabilmek ve onu her gün görebilmek için evini bile taşımıştı. baybora bey, firdevs'in bu dünyadaki her şeyiydi.
onunla ilgili dünyanın en acı cümlesini kurmak istemiyordu. bu korkuyla bu hüzünle tepeye çıkıp beyin sarayına bakıyordu. hareketlilik olmayınca yatağına dönüp bey'in gitmemesi için her dakika tanrı'ya yalvarıyordu. eğer sarayda bir hareketlilik varsa koşa koşa saraya gidiyor, ne olduğunu ağlayarak izliyordu. gitmediğini görünce yüreği biraz hafifliyordu ama bey bir gün gidecekti, bugün gitmemesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. bu onu kahrediyordu...
bey baybora'nın emri üzerine 4 bir yana haber salındı. bey'in ordusuna seferberlik başlamıştı. günlerce orduya yemeklik, giyeceklik, savaşlık hazırlanıyordu. 7 diyardan adam toplanıyordu.
bey, her geçen gün biraz daha deliriyordu. adamlarına kızıyor, daha hızlı olmalarını emrediyordu. öfkeden kafayı yeme raddesine varmıştı. çevresindekiler han'dan ölümüne korkuyordu. bu yüzden ellerinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorlardı.
önünde sonunda 1 ay süren hazırlık bitti. 100 bine yakın asker toplandı. hepsi bey için ölmeye de yaşamaya da hazırdı.
bey tamamlanmışlığın haberini alınca aylar sonra ilk kez güldü, yakışıklı yüzü ışıl ışıldı. inci gibi dişleri ölümün kara bahtına nağme okurcasına parlıyordu.
börkünü, zırhını ve kılıcını kuşandı. adamları atını hazırladı. gitmeden evvel, anne babası hüzünlüydü, halk ise neşeliydi.
baybora'yı topluluğun içinden izleyen firdevs hüngür hüngür ağlıyordu. bey'i bir daha görmeme ihtimali içini yakıyordu. hep kafasında şeytanlar dönüyor, gidip bey'in ayaklarına kapan gitmemesi için yalvar yakar diyordu ama bunun fayda vermeyeceğini iyi biliyordu. herkes bey'in ne denli inatçı ve kararlı olduğunu iyi biliyordu. ölse sözünden dönmezdi.
ah, bey'e ölümüne aşıktı. aşık olmasına aşıktı ama elden ne gelir, ona bir türlü aşık olduğunu söyleyememişti. onu öz canından çok seviyordu ama bey onun varlığından haberdar mıydı, bu dünyada firdevs diye bir kadın olduğunu biliyor muydu. işte bu da canını yakıyor, kalbini kırıyordu.
karşısına çıksa, ona hislerini söylese, reddetse herhalde kahrından ölürdü ama yine de onu sevmekten vazgeçemezdi...
bu düşüncelerden kurtuldu. bey, her zamanki gibi çok yakışıklı ve çok ihtişamlı gözüküyordu. başındaki börk, omzundaki şelfeler ve evcil kartallarla bir ihtişam, dünyanın en güzel nağmelerini çağıldıyordu. gönül nehrine en güzel sular şırıldıyordu. ozanlar hep bir ağızdan kağan'ın yüceliği, güzelliği, mertliği, yaptıkları, başardıkları hakkında şiir yakıyordu. bey'i her gördüğünde her düşündüğünde kendinden geçiyor, sarhoş oluyordu. o dünyanın en güzel şeyiydi. şüphesiz, onun dışında düşünememek hastalığına müptelaydı.
bey ise inanılmaz derecede sevinç içerisindeydi. içi içine sığmıyordu, bu şölenin ve vedalaşmanın bir an evvel bitmesini yürekten istiyordu. bu yüzden herkese sessiz olmasını salık verircesine elini kaldırıp işaret etti.
en sonunda herkesle vedalaştı. vedalaştıktan sonra ortalıkta çıt çıtmıyordu. baybora'nın yüzünde atına doğru yöneldiğinde şeytani bir gülümseme belirdi. firdevs bunu görünce yüreği hop etti. kağan'ın aklındaki deli kurtlara şahit olunca içi ürperti ile doldu.
kağan, emri altındaki adamlara ordunun hazır ola geçip sefere at sürmelerini emretti. 200 bini aşkın atlı ortalığı tozu dumana kattı.
baybora kağan, bu sefer düşmanlara türkmen'in hoşgörüsünü, insaniyetini, insafını göstermeye; türklüğü ve islamı yaymaya değil türkmen'in azabını, acımasızlığını, kıyametini tattırmaya, cehennemde şeytanı esir alma geliyordu!
moğollara göre moğollardan büyük kurt dünyada yoktu!
baybora han ise, bu dünyada moğollardan büyük it olmadığını iyi biliyordu. ve bu dünyada kendinden ve devletinden başka büyük kurt olmadığını göstermek, bir çağı ve dünyayı tutsak kılmak için maveraünnehir'in batısından, doğu'ya doğru son sürat at koşuyordu!
bozkır kurdu, hıncını resmen atından çıkarıyordu. atı kah çatlayacak hale kah yıkılacak hale geliyordu. çevresinde, hakanlarının bu halini görenlerin gözleri korkudan faltaşı gibi açılıyordu.
kağan, çok sevgili çok saygılı çok şefkatli ve insaflı biriydi ama sert, sınır tanımayan, kindar bir mizacı vardı. böyle zamanlarda ise aklını yitiriyordu. herkes onu ilk defa bu denli coşkun görüyordu.
böyle, günlerce bozkırda at sürdüler, asya'nın doğu ucuna varmak kolay değildi. geçtikleri diyarlarda türkmen bey'inin ordusunu ve tozu toprağı birbirine katıp yıldırım gibi ilerlemesini gören kırgızlar, kazaklar, özbekler, farslar, azeriler bir felaket olacağını biliyorlardı. bey ve birlikleri geçerken, bu zavallılar kendilerine bir şey yapmamaları için bey'in askerlerine ve tanrı'ya el aman dileyip yalvarıp yakarıyorlardı. baybora'nın gölgesi bile onları iliklerine dek korkutuyordu.
kağan, savaş öncesi kesin emir vermişti. moğollar haricinde kimsenin kılına dahi zarar verilmeyecekti. boyunduruk altına girmek istemeyen kırgızlar, kazaklar, özbekler, azeriler başka zamanın meselesiydi. onlar, başka zaman, moğollardan sonra hallolacak bir kolay işti. bu korku yeli onlara şimdilik yeterdi.
şimdiki mesele bir hakimiyet ve en önemlisi bir intikam meselesiydi.
ağabeyinin kanını alacak mıydı, doğu'nun hakimi kimmiş bozkır'ın itleri olan bodur ve çinli kılıklı moğollara gösterecek miydi?
şüphesiz, bunun için 200 bini aşkın asker, hakanları için tek yürek olmuş, ulu kağanlarının önderliğinde doğu'ya akın ediyordu.
bu köhne dünyada tekrar doğup parlayan o ihtişamlı o yiğit hakan, o gökbörü'nün efendisi ulu kağan, gökte sönen güneşin ardından kara gecenin içinde yellerle yarışan atının üstünde, yağan şiddetli yağmura aldırmaksızın doğu'ya doğrulup fırtınalar kopararak raksediyordu!
deli kanı kaynamıştı, içinde milyonlarca gökbörü birden uluyordu. karanlığın içine, altın güneş ışık saçıp tüm cihanı kaplamaya geliyordu!
ordunun elinde kaldırılan kurt başlı koyu mavi sancaklar, rüzgarın uğultusuyla bir nağme yaratmış, kara gecenin içinde dünyanın en ihtişamlı sesleriyle raksediyordu...