halılarla kaplı bir sedir çerçevesi... patiska perdeli pencereler ve kapı tarafında rafları eski meşin cildli kitaplarla dolu bir etajer...
birbirlerine uzak oturdular.
husmen ağa kalın tabakasını çıkarmış, sigara sarıyor.
naci merak ve dikkatle etrafına ve etajerdeki kitaplara bakmakta...
elini, etajerin üzerindeki bir levhaya uzatıp sordu:
— şu levhada ne yazılı?
— «mûtû kable entemûtû»...
— ne demek?
— «ölmeden ölünüz!»
— müthiş!..
— siz bu harfleri bilmiyorsunuz değil mi?
— ne bilelim!.. günümüzde 60 yaşından küçük olanlar da bilmez.
husmen ağa sigarasını yakıp derin derin çekti:
— öyle!.. anaları, babaları, oğullarından, torunlarından kopardılar.
bu söz naci'yi ürpertti.
ruhunun, dile getiremediği çözümünü getirdi sanki...
— siz bir köy ağasına benzemiyorsunuz! okumuş, düşünmüş, bilmiş bir haliniz var... yolunuz, işiniz ne sizin?
çefkatli bir tebessüm:
— seksenindeyim... medresede okudum.
dünya Harbine, peşinden istiklâl savaşına katıldım.
okudum, hep okudum.
şehirlerde bunaldım.
nihayet dededen kalma toprağıma sığınıp bu köyde sonumu beklemekten gayri bir iş bulamadım, yol tutamadım. yeter mi?
--çok bile...