..... gözümün önünde öldü.
yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... buruşuk bir yorgan...
arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa, yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir aleme dalmış...
tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
ne o? gayet ufak bir hâdise!.,.
bir baş göğüse düştü... bu adam öldü mü? bu adam yok mu artık?
nasıl olur?
ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. halbuki çıldırmayız. o halde inanır mıyız? inanmayız da...
hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve ... içeriye girecek sanıyorum!"
inanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz?
razı da olmayız, herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir.
ah, alışmak!...
hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum.....