Hume'a göre insan hem izlenim/deneyim hem de tasavvurlara sahiptir. izlenim dediğimiz şey insanın dış dünyayı doğrudan duyumsanması, tasavvur ise bu izlenimin hatırlanmasıdır. Mucizeleri ve mitolojik varlıkları ise şöyle açıklar: insan, zihninde "kanat", "beyaz", "insan" ve "ışık" gibi önceden duyumsadığı şeyleri zihninde/bilincinde adeta makas ve tutkalla birleştirip "melek" gibi bir varlığı ortaya koyar. Daha önce bunları görüp deneyimlemiş fakat melek hiç görmemiştir. bu birleşik tasavvur rasyonalist olan Hume'a göre kabul edilemez, akıl dışıdır. Dolayısıyla "kişiliğin özü" gibi bir kavramdan söz edilemez, insan bilincini analiz edip değişmez bir kişilik özü fikri de doğru değildir. Hoş, 2500 yıl önce buddha hume ile benzer şeyler söylemiştir. Buddha'nın deyişiyle "hiçbir şeyin bana ait olduğunu ileri süremem ve hiçbir şey hakkında işte ben buyum diyemem. Yani ne ben vardır ne de kişiliğin değişmez bir özü". Ölümünden hemen önce de şunu belirtmiş "bileşik olan her şey dağılmaya mahkumdur".
Mucizeyi hepten reddetmiş gibi görünse de esasında duyulara güvenmesi onun mucize konusunda da açık kapı bırakmasına neden olmuştur. Hume'a göre mucize denen şey doğa olaylarının kesintiye uğramasıdır. Mesela taşı yere bıraktığımızda hep düşeceğini görmüşüzdür ama bu taşın sonsuza kadar düşeceği anlamına gelmez. Şimdiye kadar hep düşeceğini "deneyimledik", buna alıştık ve doğa yasası olarak ortaya koyduk fakat bu yasayı kimse görmedi. Doğa yasaları ne aklîdir ne de akıl dışı. Yalnızca vardır onlar. Dünyanın ya da dünyadaki şeylerin nasıl davrandığına dair beklentilerimiz olmadan geliriz dünyaya. Dünya olduğu gibidir ve biz yavaş yavaş öğreniriz bunu.