Mançalı don kişot bir hayal kahramanı. Hem de kendi hayalinin. Hayalimizdeki kahraman neden kendimiz olmayalım? Her şeyi başkalarından mı bekleyeceğiz? Şimdiye kadar yüzlerce kahraman tanıdınız, sizden farklı hangi yönleri vardı?
Don kişot, karanlığa bir mum yakmak istedi. Fakat yalnızdı ve bu gecenin aydınlığa tahammülü yoktu. Yine de kötülüğün karşısına başkaları olup olmadığını umursamadan dikildi. "Neyi değiştirebildi?" diyeceksiniz. Belki hiç bir şeyi. Ama bugün onun destanını okuyoruz.
Don Kişot, dünyadan kötülükleri ve haksızlıkları silmek istiyordu. Yani everest'e çıkmak isteyen topal bir dağcıydı. Fakat çürük bir ipi ve yaşlı bir bedeni vardı. Zirve, varılacak gibi değildi. Ama o, en azından bir başlangıç yapmak, kendinden sonra geleceklere bir patika bırakmak istiyordu.
Bir uşağı vardı Don Kişot'un: Şanso Panza. 2 x 2 = 4 ten başka inancı olmayanların bir timsaliydi şanso. Fakat adını sanını bilen yok. Demek ki bizi ebediyete taşıyan: cesaret. Her şeyimizin akla ve topluma uygun olması bizi ormandaki her hangi bir ağaç, denizdeki her hangi bir dalga yapıyor, o kadar.
Dulsinea, Don kişot'un hayalindeki aşkıydı. Güzeller güzeli bir kadın olarak düşlemişti onu rüyalarında. Fakat onun aslında çirkin bir köylü kızı olması Don kişot'u büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Her insanın bir dulsinea'sı vardır. Onun uğruna mücadele eder, savaşır ve gerekirse ölür. Fakat hayali güzeldir Dulsinea'nın kendisi değil. Bir gün hepimiz, uğruna yıllarımızı feda ettiğimiz Dulsinea'larımızı makyajsız, en yalın ve nobran halleriyle görünce eminim çok üzüleceğiz.
Gerçek dünya çok basit ve sıkıcıydı don kişot için, ruhu ise alabildiğine maceracı ve hareketli. Tevfik Fikret'in Nedim için:
"Sana bir başka zemin başka zaman lazımdı
Sana bir alem-i lahut-nişan lazımdı." dediği gibi Don kişot'a da insanları kötülüklerinden kurtarabileceği bir canavarlar ve şövalyeler ordusu lazımdı. Bu dünyada bunları bulamayınca hayal dünyasına kaçtı. Burada istediği kadar dev ve şövalye vardı. işte: Prensesi esir almış dört kollu bir canavar kendisine meydan okuyordu. Bu düelloyu geri çeviremezdi, ucunda ölüm bile olsa. Kaldırımda kurbağalar ona kahkahalarla gülüyorlardı, ta ki bir tavşanın ayak sesinden korkup kaçana dek. Evet, köstebeklee göz gülünç geliyordu.
Bir keresinde karşısına "Aynalı şövalye" ünvanlı birisi çıktı. Don kişot'u düelloya davet etti. Anlaşmaya göre Don Kişot düelloyu kaybederse şövalyelikten vazgeçecek ve köyüne dönecekti. işte hayat da bazen hepimizin karşısına aynalı şövalyeler çıkartıyor. Mesela "kitap okuyayım" diyorsun, hemen karşına dikiliyor. " yoo" diyor, "beni yenmeden kitap okumaya gidemezsin". Çoğumuz mücadeleye bile girmeden pes ediyoruz. Ne yapalım günümüzün şövalyeleri mertçe karşımıza çıkıp gurur damarımızı tahrik etmiyor ki. Hem artık çağımızın rakip tanımayan müthiş bir şövalyesi de var: "Klavyeli şövalye".
Don kişot, çöken bir devri mızrağının ucunda yükseltmek istiyordu. Davranışı asildi. Fakat yakınları, türlü oyunlarla onu tekrar sıkıcı şatosuna hapsettiler. Bütün büyük adamların kaderinde de önce en yakınları tarafından ayaklarına çelme takılmak, ıslıklanmak hatta bazen alay edilmek vardır. Bu yüzden Emerson: "Fikir adamı egoist olmalı" der. Yıllarca beraber gülüp eğlendiğiniz kimseler, bir kaç adım uzaklaştığınızda hemen size düşman olurlar. Siz de herkes gibi olmak zorundasınız. Yoksa cemiyet, demir pençelerini boğazınıza geçirir ve boğmaya çalışır sizi..