kanepede ben, bir ayağımı götümün altına almış, ötekinin de parmak aralarındakilerini sıvazlıya sıvazlıya oturuyorken, ekranda nerden geldiğimi bilmediğim bir kanalda sikindirik bir deniz seki şarkısı çalıyor. bir deniz seki şarkısında böyle hislere duçar olacağımı aklımın ucundan geçirmemişken ömrümün tek anında, birden gözümün önünde suretin beliriyor; neye, niye olduğunu birazdan anlıyacağım bir hüzün hali hasıl oluyor bünyemde. enteresan, hüzün düşünceden önce zuhur ediyo benliğimde o an; hani geyiğini çeviriyorduk ya, sen bidıls illerinde yolunu gözletmezden evvel bana, hani doğanın da kanlı canlı bir sistematiğinin, işleyişinin olduğuna dair acemice saptamalara çalışıyorduk ya, heh tam da kendi böyle dilemiş de doğanın, ilk evvela düşüncesine maruz bırakıyormuş gibi sanki benliğimi, önce bi titreme geldi bana:).. değil de, firstly bir can sıkıntısı, ardından aslında hissin mukabil olmaklığının icap edeceği düşünce kendini belli ediyor zihnimde; beni ben yapanın hayatımdaki sen gibi sair öznelerin olduğunu düşünüyorum, -ki o ana kadar bu mevzuda hiç bu denli derinlemesine düşünmemiş idim- zira hayat birileriyle yaptığımız ikiye birlerin, ikili mücadelelerinin yekününden başka nedir ki; topladığın anılarının aktörlerinin bıraktığı his değil midir biaz da, iyi veya kötü yaşamışlığına kanaat getirmenin kendince.. mucizevi şekilde zihnimde dostluklarıma, yaşantıma, yaşantımın nereye doğru gittiğine dair türlü düşüncelere gark oluşumun hayreti devam ederken bende, gözümün önünde taş gibi deniz seki dururken senin 151 ekran kafanın ortaya çıkması canımı sıkıyo, siktir lan diyorum, kalkıyorum bi ellerimi yıkıyim diye; giderken, o ana değin şanına yaraşır bi entry yazabilme fikriyle durmadan ertelediğim yazıma, o anki romantik hissiyatıma binanen aklımda ne varsa yazma fikriyle başlamaya karar veriyorum; ama iki dakka denizi seyrettimedin "kırgınım", bak kızgın değilim kırgınım sana. neyse bunu sonra konuşalım, şimdi sözlükçü arkadaşların yanında falan...
evveliyatndaki ahbaplarının yanında bulunmasının, yalnız bulunmuyor oluşunun getirdiği rahatlıkla o ilk kaynaşma gününü rahatça göğüsleyen tüysüzler olarak, yine de görüntünün hamlığının zihinde yarattığı ilk tepkimelere mukabil yer yer tiksindiğin, yer yer aşık olduğun, yer yer bi siktir lan çektiğin populasyonla aynı havayı teneffüs ederken soğuk, mesafeli, hala aynı saç tıraşını muhafaza edebilmiş 72 ekran(o zaman o kadarcıktı) bir kafayla birbirimizi kesiyoduk. ben onu, o beni tedirgin bakışlarla süzüyordu (ne etsem de düzeltemedim bu anlatımdaki bozukluğu, idare et), süzüyorduk birbirimizi; süzüşüyorduk.. yine ilk tanışma faslıyla mütedair çatallaşan, tutturulamayan tonlarda sesleri, laf olsun muhabbet açılsın, yep yeni zihinlere, düşünüşlere keşfe çıkılsın deyu sorulan sorularıyla gelen tanışma faslına hazırlıksız bi vaziyette başımıza geleceği bekliyoduk. önümdeki kafa sakindi, ne hissettiği zinhar anlaşılmıyordu, "usta bi poker oyuncusu olabilirsın sen evlat" derdim tanışmış olsaydık, lakin o raddeye daha vardı; ben onu, o beni süzüyodu; süzüşüyorduk... bir ara gözlerimi kaçırmışım, bilinçsizce; konudan tamamen sapmış olacağım ki açılan muhabbetin farkına dahi varmamışım, yanımdaki benim kadar sıkılgan, sümsük olmayan kankam çoktan dalmıştı demek ki muhabbete; fakat önümdeki poker ciddiyetindeki mimiksiz kafanın yerini, kaşlara dik uzanan sarılı kırmızılı sivilceleriyle, deminki ruhsuz kafaya nazaran sevimli, dingin bi surat almıştı; demiştim ya dinginlik aşığıyım diye, daha ilk gördüğümde kanım ısınmıştı o surata.
genellikle bi tanışma faslında zerre önem teşkil edemeyecek bi soyisim, bu tuttuğu takımın renklerini taşıyan, benimkinden de çirkin bi ergen surata sahip (ki o çağlarda herkes çirkindir; hepimiz çirkindik yani, doğruya doğru. ama gönlümüz güzeldi ehehehe) kadersiz gençle münasebetimizde başat rolü oynayacaktı; kendisini ısrarla anlamamama rağmen sahibi büyük bir sabır ve metanet göstererek, pek güler, sevimli yüzüyle tekrar ediyodu.. nedense o anda bana ilginç gelen bu soyisim, ardına nice sözcükler, söylevler sıralayacak -birimizden biri göçene değin öte tarafa, devam etmesini dilediğim- pek kıymetli bir dostluğun ilk kelimesiydi; minik bir anlaşmazlıkla başlamış bir dostluğun tek anlaşılmadık mevzuu olarak kalacaktı..
zamanla, ön, arka sıra ilişkilerinin yardımıyla hızla ilerleyen muhabbet içinde belki o vakitler bu yaradılışa karşı saygım ve hayranlığımın pek farkında olmadığım, karakter sınıflamasında beni en çok cezbeden, derin saygımı uyandıran o ağırbaşlı yapının vücut bulmuş halinin muadili olduğunu gördükçe daha bi kanım ısındı, sevdim bu çocuğu. barındırdığı saflıktan(sağlam fikir yapısı, akabinde sağlam bir karakter sahibi olunamamasından) mütevvellit kurulacak samimiyetin, sağlam bir zemin teşkil edemeyeceği gerçeğinin yanında kolayca ilerletilebileceği çağlarda tanışmış olduğum bu gencin, bu samimiyet geliştirme hususunda amfetamin etkili "top oynama" aktivitesinden uzak olmasına rağmen genç bünyelerde ona ve hepsine on basar "taşak muhabbeti" ritüelindeki partnerlerimden biri olması, önü alınamaz bi hızda ilerleyen dostluğa kapı aralıyordu. o günlerini hatırlayan herkesin muhtemel aynı hislerle andığı gibi bugün benim de benzer hislerle anmama müsebbip hatıralara başrolü kaparak giriverecek olan bu genç, her sabah götümü tüm soğukluğuyla karşılayan sevimsiz sıralarda başlayan, arada osurta osurta sırayı da ısıtan sıcaklığının yarattığı bağımlılıkla okula en bir şevkle, coşkuyla gitmemi sağlayacak "muhabbet"in en baba şahsiyetlerinden olacaktı...
duman altı ortalama bir türk kahvesinde okeye dönerken, kaş göz yaptığım partnerim oydu, bi bok anlamadığı belliydi mimiklerimden, hıyar bu el de bitemeyecekti belli ki; bir grup sap, eşşek gibi yayılıp maç izlediğimizde yanımda beraberce sövdüğüm adamdı, ve içimizde çorapları leş gibi kokmayan tek kişi oydu, aynı zamanda titiz bi cumhuriyet çocuğuydu da; en arkada bütün gün geyik çevirirken sınıfta, yanımda, çevirdiğimiz geyikten öte varlığı en çok eğlendiren partnerim oydu (ki biri daha vardı, müsaadenle o nu da anmak isterim burada: nur içinde yat gökhanım); sınıfın kapısından girer girmez fenere bok atmak suretiyle sinirlerimi zıplatan adamların en başındaki oydu (cimbomlu olurken en sevimsizdi), böylece gün bitene kadar sürecek kıytırık, bir ilkel futbol muhabbetinin fitilini ateşleyen adam oydu, akabinde kenarıya çekilip biz mağara adamlarına kıs kıs gülen bir düzenbazdı, iagonun othellonun kanına girdiği gibi sinsice benim kanıma giren oydu, gözü dönmüşcesine, tükrüklere saça saça seviyesiz hem de bir futbol tartışmasına iten haindi (ah başımın püsküllü belasıydı, seni hınzır:)).. tüm bu lümpen yaşantının ortasındayken elimden tutup bir nebze yukarı çekmeye çalışırken çoğunluğun sefilliği altında ezilip yitmeden kalitesini muhafaza edebilendi o; geç de olsa duyarlı çabalarına kulak asmamanın derin pişmanlığını yaşadığımı itiraf ederek, diğer yandan da yaşanan mutluluğun şartlarının oluşması gerekliliği içinde aksiyonun basit çerçevede gelişmesinin doğal sonuç olduğuna kanaat getirerek, öyle olması gerekmiş diyerek teskin kılmalıyım kendimi; mal gibi harcanan koca ömrün pişmanlığının getirdiği yükün altından kalkabilmenin başkaca bir yolu yok zira; öylece avutuyorum kendimi.
laik, cumhuriyetçi, çağdaş bir türk ailesinin bu bilinçli üyesiyle muhafazakar islamcı, pek mutaassıp diger bir türk ailesinin kıytırık mensubu bendenizin münasebetinde beklenebilecek fikir ayrılıkları yerine sıcak bir muhabbetin ceryan etmesi muhtemelen yaş itibariyle bu mevzularda pek zihin yormamanın hazırladığı zemine dayanıyordu: işi gücü "top"(oynamak) olan benim yanımda sabahtan akşama kadar "che", yer yer de yöresel "deniz gezmiş" ezgilerini çığıran bu azılı koministe iki çift lafım vardı her seferinde: “la olum bi bırah yaa”.. son ders saati yerinde duramayarak takımları hazırlamış, çalacak zille okulun arka bahçesine fırlamayı dört gözle bekleyen bana, yer yer bu ezgileri dinletiyordu arkada, ve yine aynı yorumu alıyordu benden: "la olum bırah yaa".. ben sahada fırtınlara estirirken, nefis bacak aralarının ardından topu okulun arka kapısının üst köşesine bırakırken, kenarda bizi seyreden bu türbün liderine ceketimi bırakmıştım, bu sefer ona dönmüş bir şeyler fısıldadığını farkettim; "napıyon lan ibne, bırah o ceketi zikerim haa" diyerek, zehirli fikirlerini nüfuz ettirmeye çalıştığı ceketimi bir çırpıda aldım elinden; göz göze geldik, bakışlarımın şiddetinden gözlerini kaçırdı. tekrar sahaya döndüğümde kenarda "çe, çiee, çeee" diyerekten bir şeyler sayıklarken bu, ben yine terli gömleğime yaraşır cevabımı veriyordum: "la olum bi bırah yaa". tüm lise beraberliğimiz süresince bu huyundan vazgeçmeyecek olan hastalıklı komüniste artık o lümpence cevabımı vermekten vazgeçecektim; onu olduğu gibi sevecektim. ama arada bağnazlığın getirdiği cüretle ramazanda falan, "la olum oruç tutsana kafir, eşşek kadar adamsın" diyerek hadsiz çıkışmalarıma, yaradılışnın verdiği büyük olgunlukla gülerek karşılık verir : "olum annemler tutturmuyo" derdi; iyi kalpli bir beyaz türktü o, annesini çok severdi (yaptığım o terbiyesiz çıkışmalardan ötürü de bugün özrümü kabul etmesini dilerim; evet pişmanım). arada yapacağım bu densizlikleri sineye çektiğini tahmin ederek bugün, halı sahaya, kahveye mahveye gittiğimizde falan topluca, bu adamın yanımda olması ayrı bi mutluluk, neşe kaynağıydıı; seviyordum bu genç adamı.. sonu geldiğinde bu saadet anlarının, ben anadolunun bugün her türlü sövgüyü dizdirdiğim iğrenç bir vilayetine okumak sevdasına seyre doğru çıkarken, ardımda ömrümce tanıdığım en şahane adamlardan birini de bırakıyordum; giderken, bıraktığım dostlukları gibisini bir daha kolay kolay bulamayacığımı sezinlemenin derin burukluğuyla.
bıraktığımın üzerinden tamı tamına yedi sene geçmiş bugün, ve kendisinin de defalarca dinlemiş olduğu gibi: bakiye olarak, -yaşanmış kısacık güzelliklere yer bırakmayacak miktarda- geniş, derin samimiyetsizlikler, yüzeysellikler, sahtelikler, şerefsizlikler bırakmış bi zaman dilimi. ve fakat pek çok canlıya bir ömür gelecek bu zaman diliminin telafi edilebileceği bir yaradılışa sahip olmanın avuntusuyla, son nefesi verene değin kaçınılmaz çekilde beslenecek ümidimle katıksız, harbi, delikanlı dostlukların beklentisiyle yaşamaya devam ediyorum. yazı biraz otobiyografiye doğru kayar gibi olsa da buralarda, geçmişimle ilgili hissetttiğim burukluğa sağlama olabilecek bir karakter olmasının -kendi için bir anlam ifade ederse; ki ne duyarlı bir adam olduğu şüphe götürmez- görülebilmesi adına bu sevimsiz dipnotların verilmesi gerekirdi. bir çıkarsama yapılacaksa, tek ve mühim ilişki, sayılı birkaç birlikteliğin, insanın ne derece değerli olduğunun idrakine varılması, ve duyulan pişmanlıkla, hakettikleri değeri gösterebilmeye olan müthiş arzu ve çabayla aslında hayırlı işlere vesile oldukları için yine de bir değer kılınabilir olmalarıdır. gayet klişe: her şeyde bir hayır vardır.
başında aklımdaki, dostluğa dair bildiklerim, düşündüklerim çerçevesinde bilgiç bilgiç tanımlamalara gidip umum bi yazı yazmaktı; ama düşününce, bunun benim muhabbetimizde gördüğüm, derinden hissettiğim sıcaklığa net bi tezat oluşturacak biçimde soğukluk, samiyiyetsizlik muhteva edeceğine kani oldum ve sabahtan akşama kadar taşak muhabbetinden teşekkül iken, bugün ilmi, fenni müsadem-i efkarların da mümkünatına malik dostluğumuzun her iki halde de ne müthiş bi tat bıraktığını bende, ve benim için pek kıymetli on senelik tadı -tadın sözcüklerle tarif edilemezliğine rağmen- anlatmaya çalışmakta karar kıldım.
hayatın en güzel yıllarında en güzel anılarını paylaşmış olduğun adamın zihninde bıraktığı izler bu hislere bir anda garkederken, diri vucutlu deniz şarkısını bitirmiş, amerikan aksanlı yuvarlamalı "r" leri özenle kullanan vjin görüntüsü zuhur etmişti ekranda. bundan sonra ben zihnimde şimşekler çaktıracak, naçiz bedenimi fırtınalar içinde bırakacak hislere duçar kılacak bi deniz seki şarkısı daha beklememek için, ayak parmaklarımdaki görevini başarıyla yerine getirmiş parmağımı alıp lavaboya götürmek üzere yerimden doğruldum, ve o anda bu yazıyı artık yazmam gerektiğine kanaat getirdim ; ve gayri ihtiyari, lavaboyu es geçerek klavyenin başına oturdum. galiba klavyemi yenilemem gerekijek.