Eski zamanda, iki kardeş birlikte uzun bir seyahate çıktılar. Bir müddet gittikten sonre yol ikiye ayrıldı. O yol ayrımında ciddî bir adam gördüler. Ona sordular: "Hangi yol iyidir?" Onlara dedi ki: "Sağ yolda kanuna ve düzene uyma mecburiyeti vardır. Fakat o zorluk içinde güven duygusu ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestlik ve hürriyet vardır. Fakat o serbestlik içinde bir tehlike, güvensizlikten gelen bir endişe ve talihsizlik vardır. istediğinizi seçebilirsiniz."
Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş "Allah’a tevekkül ettim" deyip sağ yola gitti. Kanuna ve düzene uymayı kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Görünüşte hafif ama mânevi olarak ağır vaziyette yola çıkan bu adamı hayalen takip ediyoruz:
işte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide boş bir sahraya girdi. Birden ürkütücü bir ses işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, çalıların arasından çıkmış ona doğru koşuyor. Dehşete düşüp olanca gücüyle kaçtı, koşa koşa altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kuyunun içine atladı. Yarısına kadar düştü ama tam o sırada elleri bir ağaca rast geldi ve o ağaca sıkı sıkı tutundu. Kuyunun duvarında yetişen o ağacın iki kökü var. iki tane fare, biri beyaz, biri siyah, o iki kökü kemirerek kesiyorlar. Sonra yukarıya baktı ve gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha kuyunun içinde. Ejderha başını kaldırmış bir şekilde duruyor. Ayağına otuz arşın kadar yaklaşmış durumda. Ağzı kuyunun ağzı gibi geniş. O sırada kuyunun duvarına baktı ve gördü ki, ısırıcı böcekler, etrafını sarmışlar. Ağacın tepesine baktı, gördü ki bu bir incir ağacıdır. Fakat, mucizevi bir şekilde cevizden nara kadar bütün ağaçların meyveleri, bu ağaçta var.
işte, şu adam akılsızlığından anlamıyor ki, bu başına gelenler sıradan işler değildir. Bütün bunlar tesadüfen olamaz. Bu başına gelen acayip işler içinde garip bir sır var. Bütün bunları hazırlayan, bütün bunları kontrol eden birinin olduğunu anlayamadı. Bu adamın kalbi, ruhu ve aklı şu acınası vaziyetten gizli bir şekilde feryat ettiği halde, nefsi, güya hiç birşey yokmuş gibi, herşey yolundaymış gibi başına gelenleri bilmezlikten gelerek, ruh ve kalbin ağlamasını duymamak için kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, sanki bir bahçede bulunuyormuş gibi bir rahatlıkla o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve zararlı idi.
Kudsî bir hadiste Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuş: "Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim." işte bu bahtsız adam, akılsızlığıyla, gördüğünün sıradan şeyler olduğunu ve gördüğü şeylerin gerçektende göründüğü gibi olduğunu zannetti ve de öye muamele gördü, görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu uğursuz adamı azapta bırakıp döneceğiz. Öteki kardeşin halini anlayacağız.
işte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hayaller kurar, kendi kendine arkadaşlık eder. Hem biraderi gibi zahmet ve zorluk çekmiyor. Çünkü düzeni bilir, ona uyar, düzenli olduğu içinde bunun kolaylığını görür. Güven ve emniyet içinde gidiyor.
Sonunda, bir bahçeye rast geldi. içinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem de bakılmadığı için bazı pislikler bulunuyor. Kardeşi de aynen böyle bir bahçeye girmişti. Fakat sadece pisliklere, kötü şeylere dikkat edip, midesini bulandırmış, o bahçede hiç dinlenmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, "Herşeyin iyisine bak" düşüncesiyle, pis kötü şeylere hiç bakmadı. iyi şeylere baktı ve mutlu oldu. Güzelce dinlenip tekrar yola çıktı.
Sonra, git gide o da biraderi gibi büyük bir sahraya girdi. Aniden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, güzel düşüncesiyle, "Şu sahrânın bir hâkimi var ve bu arslan o hâkimin emrindeki bir hizmetkâr olabilir" diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine de kaçtı. O da biraderi gibi altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Yine biraderi gibi, ortasındaki bir ağaca eli yapıştı, havada öylece asılı kaldı. Baktı ki iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşinin başına gelenler gibi acayip olaylar onun da başına geliyordu. O da dehşete kapıldı fakat kardeşinin dehşetinden bin derece daha hafifti. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel düşünmeyi öğretmiş; güzel düşünce ise, ona herşeyin güzel yönlerini gösteriyordu. işte, bu sebepten şöyle düşündü:
"Bu acayip işler birbiriyle alâkalıdır. Bir kişinin verdiği emirle hareket ediyor gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli bir hâkimin emriyle olup bitiyor. Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni sınava tabi tutuyor, bir amaç için beni davet ediyor."
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir soru ortaya çıkar : "Acaba beni sınayıp kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acayip yolla beni bir amaca ulaştırmak isteyen kimdir?"
Sonra, tanıma merakından, tılsım sahibine karşı bir yakınlık ortaya çıktı. Bu yakınlıktan, o tılsımı çözme arzusu ortaya çıktı. O arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek birşeyler yapma, onu mutlu eden biri olma, onun sevgisini kazanma arzusu ortaya çıktı.
Sonra, ağacın başına baktı ve gördü ki, incir ağacı. Fakat başında binlerce ağacın meyveleri var. O anda bütün korkusu gitti. Çünkü kesin bir şekilde anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir kitabın içindekiler kısmı gibi bir bölümdür, bir sergidir. O gizli hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin örneklerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağacta yetiştirmiş, asıl misafirlerine hazırladığı yiyecekleri tanıtmak için birer numune şeklinde o ağacı donatmış olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, bütün ağaçların meyvelerini veremez.
Sonra yalvarmaya başladı. Tılsımın anahtarı ona ilham edildi. Bağırdı:
"Ey bu yerlerin hâkimi! Senin eline düştüm. Sana iltica ediyorum, sana sığınıyorum, sana hizmetkârım, senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum."
Bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, hoş ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki de, ejderha ağzı o kapıya dönüştü. Arslan ve ejderha iki hizmetkâra dönüştüler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine ait bir binek şekline girdi.
işte ey tenbel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin durumlarını karşılaştıralım. iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bahtsız yolcusu, devamlı ejderhanın ağzına girmekten endişe edip titriyor ama şu bahtiyar ise, içinde meyveler bulunan ve süslenmiş güzel bir bahçeye davet ediliyor.
Hem o bahtsız adam, acınası bir dehşette ve büyük bir korku içinde kalbi parçalanıyor ama şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir korku, sevimli bir marifet (çevirenin notu : marifet genellikle Allah’ı tanımak, Allah’ı tanımaya çalışmak manasında kullanılır) içinde garip şeyleri seyrediyor.
Hem o bahtsız adam; vahşet, ümitsizlik ve kimsesizlik içinde azap çekiyor ama şu bahtiyar ise, dostluk, ümit ve dosta olan özlemin lezzetini tadıyor.
Hem o bahtsız adam, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz kalmış bir esir şeklinde görüyor ama şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Cömert Ev Sahibinin hayret veren hizmetkârlarıyla dostluk kurup eğleniyor.
Hem o bahtsız adam, görünüşte leziz, mânen zehirli meyveleri yemekle azabını arttırıyor. Zira o meyveler, örneklerdir; asıllarının nasıl olduğunu görüp onlara talip olmak için tatmaya izin var. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ama şu bahtiyar ise, sadece tadar, durumu anlar, yemesini erteler ve bu erteleme ile ilerde daha fazlasını yiyeceğini bilmenin lezzetini tadar.
Hem o bahtsız adam kendi kendine zulmetmiş. Güneş gibi apaçık bir hakikati; kendisine eziyet eden ve bir endişe duygusu, bir kuruntu, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate layıktır ne de durumunu birisine şikayet etmeye hakkı vardır. Meselâ, bir adam, yaz mevsiminde, güzel bir bahçede, dostlarının yanında, hoş bir ziyafet keyfiyle yetinmezse; kendini pis içkilerle sarhoş edip, kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak hayal edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değildir, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar sanıp onları aşağılıyor. işte bu bahtsız da aynen böyledir.
Ama şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin güzelliğini anlamakla, hakikat sahibinin mükemmeliğine saygı gösterir, rahmetini kazanmaya layık olur. işte, Kur’an’ın hükmü olan "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" ayetinin sırrı ortaya çıkıyor.
Daha bunlara benzeyen karşılaştırmalara devam etsen, anlayacaksın ki, bahtsız adamın nefsi ona mânevî bir cehennem hazırlamış. Ama ötekisinin güzel niyeti, güzel düşüncesi, güzel ahlakı ve olayların güzel yönünü görmesi onu büyük bir ihsana, saadete , parlak bir mertebeye ve berekete layık kılmış.
Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!
Eğer bahtsız kardeş olmak istemezsen, bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle ve onun kurallarına uy, ona bağlan ve hükümlerine uy.
Şu hikayede olan hakikatleri eğer anladıysan, din gerçeğini, dünyayı, insanı ve imanı o hikayede yerine koyabilirsin. Önemli olanlarını ben söyleyeceğim; derin olan manaları sen kendin ortaya çıkar.
işte, bak: O iki kardeş ise, biri mü’min ruh ve iyilik için çalışan kalbtir. Diğeri kafir ruh ve Allah’ın emirleri dışına çıkan kalbtir. O iki yoldan sağ tarafa giden yol, Kur'ân yolu ve imandır. Sol yol ise, isyan yolu ve kafirliktir.
O yoldaki bahçe, insanlık toplumu ve insanlık medeniyeti içinde geçici toplum hayatıdır ki, hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeylerin hepsi beraber bulunur. Akıl sahibi olan "Duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak" düşüncesiyle amel eder, duru bir kalble yoluna devam eder.
O sahrâ çölü, şu yeryüzü ve dünyadır. O arslan, ölüm ve eceldir. O kuyu, insan bedeni ve geçip giden zamandır. O altmış arşın derinlik, hayat süresi olan altmış seneyi işaret eder. O ağaç, ömür süresi ve hayatı oluşturan unsurlardır. Ve o siyah ve beyaz iki fare ise gece ve gündüzdür.
O ejderha, ağzı kabir olan ruhlar aleminin yolu ve öbür aleme uzanan bir köprüdür. Fakat o ağız, mü'min için, zindandan bahçeye açılan bir kapıdır. O haşereler, böcekler; dünyada insanın başına gelen belalar ve musibetlerdir. Fakat, mü'mine göre, gaflet uykusuna dalmamak için ilahi bir ikaz, Rahmâni bir lütuftur.
O ağaçtaki meyveler, dünya nimetleridir ki, Cenâb-ı Hak, onları âhiret nimetlerinin bir listesi, o nimetleri hatırlatan bir uyarıcı, Cennet meyvelerinin benzerleri ve o Cennet meyvelerine davet eden birer nümune şeklinde yaratmıştır.
O ağacın çeşitli, türlü türlü meyveler vermesi, Kudret Sahibi’nin damgasına, Nimet Veren’in mührüne ve ilahi Saltanatın turrasına işaret eder. Çünkü bir tek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün bitki ve meyveleri yetiştirmek, bir sudan bütün hayvanları yaratmak, basit bir yemekten bütün canlıların organlarını yaratmak; bununla beraber herşeyi bir tek şey yapmak, yani, canlıların yediği değişik değişik yiyeceklerden o canlıya bir kendine ait et dokusu yapmak, o canlıya kusursuz bir deri dokumak gibi sanatlar, Hiçbirşeye Muhtaç Olmayan Ezel ve Ebed Sultan’ının kendine has damgasıdır, mührüdür, taklit edilemez bir turrasıdır. Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Yaratıcısı’na has, Herşeye Gücü Yeten’e mahsus bir nişandır, bir âyettir.
O tılsım, iman sırrı ile açılan ilahi yaratılış gayesidir. O anahtar ise, Yâ Allah, Lâ ilâhe illâllah " dır. Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, herşey Onun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara Sûresi, 2:255)
O ejderha ağzının bahçe kapısına dönüşmesi ise şuna işarettir; kabir, batıl yolda olanlar için vahşet, unutulma duygusu içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha karnı gibi dar bir mezara açılan kapı olduğu halde, Kur'ân ve iman yolunda olanlar için, dünya zindanından ebediyet bahçesine, imtihan meydanından Cennet bahçelerine ve hayatın zahmetlerinden Rahmân'ın rahmetine açılan bir kapıdır. O vahşî arslanın bile cana yakın bir hizmetkâra dönüşmesi ve kendine ait bir binek olması ise şuna işarettir. Ölüm; azgın, sapkın ve batıl yolda olanlar için, bütün sevdiklerinden ebedi bir ayrılıktır. Kendi yalancı dünya cennetinden ayrılma, vahşet ve yalnızlık içinde kabir zindanına girme olduğu halde, Kur'ân ve iman yolunda olanlar için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya bir vesiledir. Hakikî vatanlarına ve ebedi mutluluk mekanlarına girmeye vasıtadır. Dünya zindanından Cennet bahçelerine bir davettir. Rahmân-ı Rahîmin lütfundan, kendi hizmetine karşılık olarak ücret alma nöbetidir. Hem hayat zorluklarından bir terhistir. Hem ibadet ve imtihanın bir paydosudur.
Sonuç: Her kim ölümlü hayatını asıl amaç yaparsa, görünüşte bir cennet içinde olsa da, mânevi olarak cehennemdedir. Ve her kim ebedi hayata ciddî bir şekilde yönelmiş ise, iki cihan saadetine mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin bekleme salonu şeklinde gördüğü için, hoş görür, dünyaya tahammül eder, sabır içinde şükreder.