--spoiler--
"Atatürk, islamiyete karşıymış. Biz Kur'anı okuyamayalım, dinden kopalım diye Kur'an harflerini kaldırmış. O kadar kötü bir insanmış ki, öldüğünde toprak bile onu kabul etmemiş. Toprağa gömmüşler; ama, toprak onu havaya fırlatmış. Bu yüzden, onu betonun içine gömmüşler. Toprak, dışına fırlatmasın diye..."
Neredeyse bir yıl önce, 2006 eylülünde izmir in varoşlarından Tepecik semtinde bir ilköğretim okulunda Türkçe öğretmenliğine başladım. 10 Kasım ı içine alan haftada, yani Atatürk ü derslerde andığımız sıralarda, 6. sınıf öğrencilerden biri iyi ki ölmüş" dedi. Bu söz, bende önce şok etkisi yarattı. Tabi, ilk tepki olarak yanlış düşündüklerini söyleyip, ezberimden Atatürk’ün vatanımız için yaptıklarının önemini sıraladım. Ama öğrencimin bu sözü, tenefüs boyunca zihnimi kurcaladı. Ders zili çalıp başka bir sınıfa, bir 8. sınıfa girdiğimde, öğrencilerime Atatürk ü sevip sevmediklerini sordum. Bazıları sevmiyordu. "Neden?" diye sordum. işte, yazımın başında tırnak içinde aktardığım paragraf, bu sınıftan Mardin kökenli bir öğrenciden soruma aldığım cevaptır.
Bu cevabın üzerine harf devriminin içeriğini ve neden gerekli olduğunu anlatmaya giriştim. O öğrencilerimi belki hemen ikna edemedim ama birkaç soru işareti yarattım zihinlerinde diye umuyorum. Yine de çok öfkeliydim. Öğrenciler ve aileleri nasıl bu kadar cahil olabiliyorlar diye kızıyordum. Bu cehaletten korktum da bazen. Hayalimdeki okul, öğrenciler ve ders bu değildi. Tabi ki her şey kötü değildi; ama kötüler iyilerden fazlaydı. Gördüğüm manzaralar bazen gece kabusum oluyordu: Okula giderken geçtiğim sokaklar, yerlerde satılan eski ayakkabılar, kötü bakan gözler, okul kapısının yanındaki serseriler, yağmurda içini bahçesini su basan evler, yakaları da ağızları da pis çocuklar... O sıralarda yaşadığım hayalkırıklığı, bende büyük bir sıkıntı yarattı. Hayatımın ilk bunalımını yaşadım. Aydın ya da yarı-aydın bunalımıymış. Bugünlerde okuduğum bir kitaptan (Baskın Oran ın "Atatürk Milliyetçiliği") öğrendim, yaşadığım sıkıntının adını.
Zamanında pekçok Türk aydını gibi Yakup Kadri nin de, Anadolu gerçeğiyle ilk kez karşılaştığında hissettiği ve dile getirdiği duyguları yaşıyordum. Hem de Türkiye nin üçüncü büyük şehrinde. Otomobiliyle bir Anadolu köyünden geçerken hissettikleri, benim de bir ara Yeşildere yoluyla Karşıyaka ya geçerken varoş tepelerine bakarak hissettiklerimle neredeyse aynıydı. 1922 tarihli yazısında şöyle diyordu yazar:
"Şu dakikada sizi ve köylerinizi (Ben tepelerinizi; diyordum.) hep biribirine karıştırıyorum. Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete lâyiktı? Bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır. Bunun için değil midir ki, size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum. Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum.Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cüret ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor."
işte geçen kış, yaşadığım duygular böyleydi. Şimdi ise durum farklı. Bugün, Atatürk’ü sevmeyen öğrencilerime kızmıyorum. Asla! Biz Türk aydınlarına, yarı-aydınlara, kendimize kızıyorum. Yakup Kadri nin yukarıda alıntı yaptığım yazısından on yıl kadar sonra (1932) yazdığı romanı "Yaban" da Türk aydınına yönelttiği serzenişleri, bugün hâlâ ve aynen geçerlidir:
"Bunun sebebi, Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun."
Son seçim sonuçlarından sonra halkımızın sağduyudan yoksun olduğunu dile getiren aydınlarımızı düşününce bu sözler daha anlamlı olmuyor mu?
Yakup Kadri, devam ediyor:
"Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vucüdü vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvanî duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?.."
ibrahim Tatlıses in ";Urfa da Oxford vardı da, biz mi gitmedik?" sözünü hatırlıyorsunuz, değil mi? Değil Oxford u, bir ilkokulu olmayan köyler az değilmiş. Dükkanına gittiğimde kısa kısa sohbet ettiğimiz, mahallemizin benim yaşlarımdaki esnafı, ablalarının ve abisinin hâlâ okuma yazma bilmediklerini söylediğinde önce, "Ne kadar gelişmeye kapalı insanlar." demiştim. Ancak, okuma yazma öğrenmek, onların kişisel gelişim çabalarının sonucu mu olmalı, yoksa devletin onlara altı yedi yaşındalarken götürmeleri gereken bir hizmet mi olmalıydı? Artık bunu soruyorum. Ben iyi okullarda okumuş olmasam böyle soru sorabilir miydim?
Yine "Yaban" dan bir alıntı:
"Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri (Biz ";on yıllardan beri" diyelim.) bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun bir avuç kazazede hâlinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifirî karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır."
Önce, insan yaratmak gerekiyor. Okuyabilen, okuyan, soran, araştıran insan yaratmak gerekiyor. "Öğretmenim, yaratmak fiiili sadece Tanrı için kullanılabilir." demeyen, sözcüklerin çok anlamlı olduğunu bilen öğrenciler yaratmak gerekiyor. Benim, Türkçenin ilk konusu olan "Sözcüklerin Anlamı nı iyi anlatmam gerekiyor. Herkesin, işini iyi yapması ve sadece kendisinin ve ailesinin değil, ülkesinin sorumluluğunu taşıdığının bilincinde olması gerekiyor.
Bir kez "yaban" olduktan sonra, şimdi de "çalıkuşu" olmam gerekiyor. Ve "düşünen, düşleyen insan yaratmak" ütopyamı gerçekleştirmem gerekiyor. *
--spoiler--