osmanlıda türklük

entry25 galeri
    25.
  1. afet inan'ın bir eserinde şu şekilde tabir edilmektedir:

    1-Osmanlı topraklarına Avrupa'da Türkiye denmesine kızan millî
    kimlikten yoksun Osmanlı-Türk aydınları "Memaliki Osmaniye" adını
    kullanmakta ısrar etmişlerdir. Türk adı ise bir hakaret olarak kullanılmıştır.
    "1802'de Paris'e giden Halet Efendi bile kendisine Türk elçisi' denmiş
    olmasından üzülmüş görünür ve kendisini hasım bir manevra ile karşı tertibe
    girmekle kutlarken 'amma bu defa sanıyorum ki inşallah istedikleri Türk
    elçisine -yani cahil köylüye- düşmediler' diyerek..." kendisine Türk
    denmesinden dolayı girdiği aşağılık duygusunu belirtmiştir.

    2-ATATÜRK, 14 Eylül 1931 günü bir sohbet sırasında anlattığı
    aşağıdaki hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini çok net bir
    şekilde dile getirmektedir:
    "Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi.
    imparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka milletlere, bu arada
    yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri
    arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor,
    onlardan söz edilirken 'kavmi necip' deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz
    Türkler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
    Şair Mehmet Emin Yurdakul'un, ilk defa Manastır Askerî idadisinde
    öğrenci iken okuduğum 'Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur' mısrasıyla
    başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı
    bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu
    çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra
    Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.
    Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve
    Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusunu kaptırmadım.
    Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı,
    Hayfa'da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve
    piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap
    gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıt'a çavuşları olan
    Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş,
    Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim
    yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk.
    Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli
    görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına
    gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe
    bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış
    hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe
    davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten
    kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten
    sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım
    komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan
    çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri
    fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu millî onurunu ağır
    şekilde hançerleyen '...Türk!' sözleriyle azarlamaya başlamıştı. 'Sen nasıl
    olur da kavmi necibi Arap'a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek
    soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini
    kırarsın? Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin...'
    gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet
    alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabîleşiyordu. Ben dikkatle çavuşun
    yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının
    içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri
    gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk
    askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından
    dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak
    bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben,
    bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir
    yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: 'O
    erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun,
    yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran
    büyük ve asil bir millet olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise doğrudan
    doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde
    şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp
    nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek,
    Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak
    gerekmektedir' dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin
    inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim."
    3 ...