Osmanlı ittihat ve Terakkî Cemiyeti (1889-1902). Jön Türk hareketinin değişik muhalefet unsurlarını uzun süre çatısı altında barındıran bu örgütün temelleri, 2 Haziran 1889 tarihinde dört Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne öğrencisi tarafından atıldı. ibrâhim Temo’nun öncülüğünde Abdullah Cevdet, ishak Sükûtî ve Mehmed Reşid, ittihâd-ı Osmânî adında bir cemiyetin kurulması için görüş birliğine vardılar ve daha sonra bu okul ve diğer Osmanlı eğitim müesseselerindeki çok sayıda öğrencinin katılımıyla örgütün üye adedini hızla arttırdılar. Cemiyet kurucuları en önemlileri Hamamönü (Hatab Kıraathanesi) içtimaı, Midhatpaşa bağı (Onikiler) içtimaı ve Rumelihisarı (Boğaziçi) içtimaı olan çeşitli toplantılarla bir yandan üye sayısını arttırmaya, öte yandan etkin bir örgüt yapısı oluşturmaya gayret gösterdiler. Bu alanda esas olarak Carbonari Cemiyeti ve Rus nihilistlerinin örgütlenme modelleri temel alınıp öğrenciler hücreler biçiminde teşkilâtlandılar. Hareketin bu dönemdeki faaliyeti, yurt dışında basılan gizli gazetelerin eski sayılarının öğrencilere okutulması ve Nâmık Kemal ile bazı arkadaşlarının eserlerinin el yazısıyla çoğaltılarak dağıtılmasının ötesine gitmedi. 1894’te Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne’nin diğer askerî mekteplerle aynı çatı altında birleştirilerek Zeki Paşa’nın yönetimine verilmesi cemiyet hakkındaki ilk kapsamlı soruşturmanın açılmasına sebep oldu ve aynı yılın Eylülünde cemiyetin önde gelen dokuz üyesi okuldan uzaklaştırıldı. Ancak bu cezalar, söz konusu faaliyetleri bir öğrenci olayı olarak mütalaa eden II. Abdülhamid’in iradesiyle affedildi. 1895 yılı içinde cemiyet liderleri bir yandan önde gelen ulemâ temsilcilerini örgütlerine kazanmaya çalışırken diğer yandan 1889 yılında gittiği Paris’te bulunan Ahmed Rızâ ile temasa geçerek Nâzım Bey yurt dışına kaçırıldı. Katı bir pozitivist olan Ahmed Rızâ uzun süren muhaberelerden sonra cemiyetin amaç, örgütlenme ve takip edeceği siyaset konularında kendi görüşlerinin kabul edilmesini istedi ve cemiyetin adının ittihâd-ı Osmânî’den Auguste Comte’un ünlü kelâmıkibarı “ordre et progrès”nin tercümesi olan “nizam ve terakkî”ye çevrilmesini istedi. Cemiyet üyelerinin “ittihat” kelimesinin muhafazası yolundaki ısrarları üzerine örgütün yeni isminin Osmanlı ittihat ve Terakkî Cemiyeti olmasına karar verildi. 1895 yılında bir nizamnâme hazırlandı ve ittihâd-ı Osmânî Cemiyeti tarafından düzenlenen dağınık örgüt şemalarının yerini bu nizamnâme aldı. Bu ilk nizamnâmenin taş basma yöntemiyle çoğaltılan sûretlerinin Ahmed Rızâ’nın hattıyla yazılmış olması ve nizamnâmenin “Cemiyetin Esbâb-ı Teşekkülü ve Maksadı” bölümündeki fikirlerin onun daha sonra çeşitli yayın organlarında ileri sürdüğü fikirlerle benzerlikler göstermesi, örgütlenme ayrıntıları dışında pozitivist liderin bu belgenin hazırlanmasında en önemli rolü oynadığını ortaya koymaktadır. Literatürde bazan, ittihat ve Terakkî’nin ilk nizamnâmesinin 1897’de yayımlanan Türkçe-Arapça nizamnâme olduğu ileri sürülmekle birlikte bu iddia yanlıştır (ilk nizamnâmenin bazı maddelerinin 26 Kasım 1895 tarihinde ingiliz Sefâreti üçüncü kâtibi W. G. Max Müller tarafından istinsah edilerek büyük elçi tarafından Londra’ya gönderilmesi bu durumu teyit etmektedir; nizamnâmenin sûretleri Kudüs’teki Hâlidî Kütüphanesi’nde ve Washington’daki Library of Congress’in henüz kataloglanmamış Karl Süssheim koleksiyonunda bulunmaktadır). Cemiyet teşekkül sebepleri olarak şu hususları dile getirmektedir: “Hükûmet-i hâzıranın adalet, müsâvat, hürriyet gibi hukūk-ı beşeriyyeyi ihlâl eden ve bütün Osmanlılar’ı terakkîden men‘ ile vatanı ecnebî yed-i tasallut ve iğtisabına düşüren usûl-i idâresini ıslah ve vatandaşlarımızı ikaz maksadıyla kadın ve erkek bilcümle Osmanlılar’dan mürekkeb (Osmanlı ittihat ve Terakkî Cemiyeti) teşekkül etmiştir.” Nizamnâmenin 6. maddesi gereğince cemiyetin bir başkanla dört üyeden oluşan bir idare heyeti olacak, merkezi istanbul’da bulunacak; cemiyete giriş kooptasyon usulüne uygun gerçekleştirilecek (md. 8) ve girişte yemin edilecekti (md. 27). Her ne kadar cemiyetin her üyesi cemiyetin maksadına uygun olmak şartıyla teklifte bulunma hakkına sahipse de (md. 29) örgüt içi iktidar idare meclisi elinde toplanıyordu. Cemiyet 1 Aralık 1895’te Paris’te Meşveret dergisini ve 7 Aralık’ta Mechvéret supplément français’yi resmî yayın organı olarak neşre başladı. Bu gelişmeler ve Ahmed Rızâ’nın etki alanının genişlemesiyle nizamnâmenin istanbul şubesini aynı zamanda örgütün merkezi olarak kabul etmesine rağmen 1896 Ocak ayında Paris şubesi resmen örgütün merkez şubesi haline geldi. Aynı dönemde cemiyet istanbul’da çok sayıda bürokrat ve subayın katılımı ile faaliyet sahasını genişletti ve sultanın devrilmesi için girişimlerini yoğunlaştırdı. Yurt dışına kaçarak Fransa ve ingiltere’de temaslarda bulunan Mizancı Murad 1895 Aralık ayı sonunda Kahire’ye gitti ve şehirdeki ittihat ve Terakkî Cemiyeti şubesinin faaliyetine hız kazandırdı. Bu döneme ait cemiyet ve Osmanlı arşiv belgeleri 1896 yılı itibariyle örgütün Paris, Cenevre, istanbul ve Kahire merkezlerine ilâveten imparatorluk içinde Ankara, Beyrut, Edirne, Hama, Humus, Şam, Girit, Kastamonu, Limni, Ma‘mûretülazîz, Mersin, Rodos, Selânik, izmir, Trabzon, Trablus (Suriye) ve Trablusgarp şubelerini kurduğunu, hukuken Osmanlı hâkimiyetinde olmakla birlikte fiilen Avusturya ve ingiliz yönetimi altındaki Bosna-Hersek, Kıbrıs, Romanya ve Bulgaristan’da Köstence, Filibe, Lom, Hacıoğlupazarcığı, Rusçuk, Tutrakan, Varna, Vidin ve Yanbolu’da teşkilât oluşturduğunu teyit etmektedir. Bu geniş çaplı örgütlenme, aynı zamanda cemiyet içerisinde ilk önemli fikir ayrılığı ve gruplaşmayı da beraberinde getirdi. Yurt dışında Paris ve Cenevre’de bulunan ve muhalefetlerini örgüt içinde Osmanlı ihtilâl Fırkası isimli bir hizip kurmaya kadar vardıran çok sayıda cemiyet mensubu Ahmed Rızâ’nın ihtilâl karşıtı siyasetine karşı çıktı ve bu yaklaşım yurt içindeki çok sayıda cemiyet mensup ve sempatizanınca da desteklendi. Bu şartlar altında Murad Bey, 1896 Temmuzunda cemiyetin yönetimini Ahmed Rızâ’dan almak amacıyla Avrupa’ya geri döndü. 1896 Kasımı ortalarında yapılan olağan üstü cemiyet toplantısı sonunda Hey’et-i Teftîş ve icrâ kuruldu; bu heyetin yönetimine Murad Bey seçilirken diğer üyeliklerine Çürüksulu Ahmed Bey, Dr. Nâzım, Şerefeddin Mağmûmî getirildi. Cemiyetin yayın organlarının kime ait olduğu konusundaki anlaşmazlık neticesinde Mîzan dergisinin cemiyet adına ve Mizancı Murad’ın denetimi altında bir yayın heyeti tarafından neşrine karar verildi; cemiyetin örgütsel yapısı önemli değişikliklere uğrarken yönetim de Mizancı Murad ile onu destekleyen ihtilâlci grubun eline geçti. Yurt dışında bu gelişmeler olurken istanbul’daki örgüt bir askerî darbe gerçekleştirmek için faaliyetini yoğunlaştırdı ve bu konuda padişahın politikalarından memnun olmayan çok sayıda subay ve bürokratın desteğini almaya muvaffak oldu. Henüz Paris’te Ahmed Rızâ’nın yetkili olduğu sırada darbe planı Paris’e iletilerek onay alınmak istenmişse de Ahmed Rızâ projeye karşı çıkmış, bunun üzerine istanbul merkezi kendisini örgütten ihraç etme kararını almıştı. Ancak bu karar uygulanmadan ve darbe girişimi başlatılmadan yapılan bir ihbar üzerine 1896 yılı Kasım ayı sonunda istanbul teşkilâtı ele geçirilerek önde gelen isimleri sürgüne gönderildi. Aynı şekilde Mayıs 1897 sonlarında cemiyetin bir darbe örgütlemek niyetiyle Suriye’de kurduğu ve bölgede görevli çok sayıda memur ve subayın yanı sıra Selefî hareketinin önde gelenlerinin, Azm ve Geylânî ailelerinin ve Kādiriyye tarikatı mensuplarının üye olduğu bir teşkilât ortaya çıkarılarak çökertildi (cemiyetin nizamnâmesinin Arapça’ya çevrilip Arapça ve Türkçe olarak neşri de Suriye’deki örgütlenmenin genişletilmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir; Rauf Ahmed Bey’in ishak Sükûtî’ye gönderdiği 28 Mayıs 1897 tarihli bir mektup bu nizamnâmenin 1897 yılının ilk yarısında basıldığını teyit etmektedir). Bu iki gelişmenin ardından cemiyetin yurt içindeki faaliyetleri hissedilir derecede azaldı. 1897’de Girit adasında âsilerin isyanı neticesinde başlayan Osmanlı-Yunan savaşı ve Osmanlı muzafferiyetiyle bunun kamuoyunda yarattığı coşku, esasen örgüt içi gelişmeler sebebiyle zor durumda olan Murad Bey liderliğindeki ittihat ve Terakkî Cemiyeti’nin durumunu iyice sarstı. Mechvéret supplément français yazarlarından Aristidi Efendi’nin Ümid takma adıyla Girit’teki Rum âsileri savunan bir yazı yazmasından sonra cemiyet içinde başlayan kriz Ahmed Rızâ’nın ihracıyla sonuçlandı. Bu sırada gelişmelerden rahatsız olan Murad Bey başkanlıktan istifa ettiyse de Hey’et-i Teftîş ve icrâ, idareyi üç kişilik yeni bir heyete tevdi etmekle beraber Murad Bey’i fahrî başkan olarak tanıdığını ilân etti. Bu arada Osmanlı hükümeti adına Ahmed Rızâ ve Mechvéret supplément français aleyhine dava açılması, arkasından da Ahmed Celâleddin Paşa’nın muhalefet liderleriyle anlaşma yapmak üzere Cenevre ve Paris’e gönderilmesi cemiyet içindeki krizi daha da ağırlaştırdı. 20 Temmuz 1897 tarihinde Murad Bey istanbul’a dönmeye razı oldu. iki gün sonra Paris Sefâreti memlekete dönecek firârîlerin affedilecekleri yolunda bir tebliğ neşretti. Ardından ittihat ve Terakkî Cemiyeti, Ahmed Celâleddin Paşa ile resmen anlaştı ve bunu bütün şubelerine duyurdu. ittihat ve Terakkî Cemiyeti’ne göre bu bir “mütareke” idi ve Contrexéville şehrinde gerçekleştirildiğinden “Contrexéville mütarekesi” diye anılıyordu. Buna göre padişah gerekli reformları yapacak ve genel af ilân edilecek, cemiyet de bunlar gerçekleşinceye kadar her türlü neşriyat ve örgütsel faaliyeti durduracaktı. Başta Mısır şubesi olmak üzere itirazlara rağmen merkez, kararı uygulamaya koydu ve şubeler de buna uydu.
ittihat ve terakki'nin bazı özellikleri: ittihat ve terakki'nin başka, 'normal' siyasal partilerde görülmeyen birtakım özellikleri vardı. üyeleri arasında birçok subay olduğuna, dolayısıyla sivil ve askeri kanatlarından söz edilebileceğine değinmemize gerek yoktur. başka bir özellik ikili yapıdır. bir yanda ittihat ve Terakki cemiyeti vardır. bir yanda ittihat ve Terakki fıkrası. Cemiyet her yerde üyeleri, kulüpleri olan, yerel ve merkezi kongreleri yapılan örgütü. Görünüş olarak bir kültür ve toplumsal dayanışma örgütü gibiydi. Oysa asıl ittihat ve Terakki buydu. Fırka "parti" demek ibaretti. Yani ittihat ve Terakki'nin parti grubuydu. Mebusların çoğu etiket ittihatçıları olduğu için (1912'ye değin), ittihat ve Terakki fırkayı kendine uzak tutuyordu. örneğin cemiyetin umumi kongresi'ne fırka ancak 3 temsilci ile katılabiliyordu. dikkati çeken başka bir özellik, it'deki ortaklaşa önderlik (kolektif liderlik) anlayışıydı. belki bazı kişilerin fazlaca ağırlığı vardı: örneğin sivil kanatta talat, asker kanadında Enver ama "tek adam" hiç olmadı. 1. dünya savaşı'nda talat'la Enver ne denli sivrilseler de, karar alma organı olarak merkez-i umumi hep ağırlığını korumuştur. it'liler "tek adam" olmasın diye it'de 1913 yılına değin bir başkanlık mevkii yaratmamışlardır. ister 1913'e değin katib-i umumiler, ister 1913'ten sonra reis-i umumiler, bunların bugün türkiye'deki siyasal partilerin genel başkanlarıyla karşılaştırılabilecek bir ağırlıkları olmamıştır.
Yine şaşırtıcı bir özellik cemiyetin umumi kongreleriyle ilgili gizlilikti. 1908, 1909, 1910, 1911 umumi kongreleri selanik'te basına ve kamuoyuna kapalı olarak yapılmıştır. 1908 kongresi'nin seçtiği merkez-i umumi'nin kimlerden oluştuğu dahi gizli tutulmuştur. herhalde kamuoyunun bu kadar gizliliği tuhaf karşılayacağı tahmin edildiği için, cemiyetin iki üyesi "kahraman-ı hürriyet" olarak halka sunuldu. her yere bu ikisinin (Enver ve niyazi) resimleri asıldı. böylece it 'somutlaşmış' oluyordu. başka bir özellik, it'nin tedhiş (terör, yıldırı) yöntemlerini kullanmasıydı. Yasadışı bir örgütken it'nin bu yöntemi kullanması belki anlaşılabilir. ama 1908'den sonra bunu yapmasını anlamak zordur. 1908'de abdülhamid'in baş hafiyesi ismail mahir paşa'yı, 1909'da hasan fehmi'yi, 1910'da Ahmet samim'i, 1911'de zeki bey'i öldürdüler. son üçü sert muhalefetleriyle tanınmış gazetecilerdi. Ahmet sami'nin öldürülmesi yakup kadri'nin hüküm gecesi romanına konu olmuştur.
it neden gizliliğe ve tedhişe başvuruyordu, 1908'den sonra bunun nedeni it'nin 1918'de kendini dağıtmak için yaptığı son kongrede açıklandı. it, 1908'den sonra dahi kendini çağdaş bir toplum yaratma hedefinden henüz çok uzakta bir devrim örgütü olarak görüyordu. hedefine ulaşamamıştı, çünkü ordu elinde olsa da, tutucu ve cahil halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahip değildi. 31 mart olayı durumunun ne denli zor olduğunu göstermişti. gizlilik ve tedhiş it'nin gücünü değil, güçsüzlüğünü gösteriyordu. 1908 programında it toprak reformu, yani topraksız ya da az topraklı köylülere toprak dağıtımını öngördüğü çünkü taşrada toprağa egemen olan ayan sınıfının desteğine gereksinimi vardı. aynı biçimde osmanlıcı görünmek zorundaydı. sanıyorum it'nin içinde güçlü bir laiklik akımı da vardı, ama bunu it içinde bile dile getirmek tehlikeliydi, çünkü it islamcı eğilimleri de saflarında barındırıyordu.
Son olarak, it'nin masonlukla ilişkisi, masonluk, o dönemde genellikle feodalizmin, mutlakiyetin, dinsel bağnazlığın karşıtı liberal, pozitivist, ilerici, seçkinci bir örgütlenmeydi. hürriyetten önce Osmanlı Devleti'ndeki mason localarının hepsi yabancı kuruluşlardı, dolayısıyla da kapitülasyon ayrıcalıklarından yararlanıyorlardı (örneğin, Osmanlı polisi çağrılmadan buralara giremezdi). gizli örgüt olarak it'nin buralarda yuvalanması kolaydı. üstelik masonlar, ideolojileri gereği, it'ye üye olabilecek kişilerdi. ayrıca mason örgütlenmesinin it'nin örgütlenmesine birtakım etkiler yapmış olduğu da açıktır. bunları söyledikten sonra, bütün ittihatçıların ya da büyük çoğunluğunun mason olmadığını da belirtmek gerekir. örneğin Mustafa Kemal Atatürk, celal Bayar bir zamanlar ittihatçı oldukları halde, mason değillerdi. bektaşiliğin it ile ilişkisi de bunun gibidir. bektaşilerin 'liberal' diyebileceğimiz dünya görüşleri, onları başkalarına göre it üyeliğine daha açık kılıyordu. sonuç olarak da 1908 öncesinde, birçok it'lilerin aynı zamanda Bektaşi olduklarını görüyoruz.
ittihatçılar ölür, ittihatçılık ölmez.
kaynak: tdv islam ansiklopedisi.
kaynak: cemil Koçak, hikmet özdemir, korkut boratav, selahattin hilav, murat katoğlu, ayla ödekan - çağdaş Türkiye 1908-1980.