Gediz yoluna çıktık. Çavdarhisara geldiğimizde sağ tarafta uzaktan anıtkabiri andıran görüntüsüyle, Zeus Tapınağını içinde bulunduran Aizonoi antik kenti heybetle ve görkemle dikiliyordu. Soğuktan seyrelmiş çimlerin altındaki geniş, topraktan bir alan üzerine inşa edilmiş ve kültür bakanlığının müze haline getirdiği bu gizemli diyarın kapısından girdiğim andan itibaren içimi değişik bir merak duygusu kapladı. istanbulun yaşattığı Bizans surları, Topkapı sarayı, eski istanbul konakları ve köşkleri, dikilitaş gibi tarihin rutubetini bize taşıyan güzelliklere olan merakımdan daha başka bir meraktı bu. Çünkü buranın mitolojik atmosferi, insanların inançları uğruna neleri başarabileceklerine dair mucizevî mesajlar taşıyordu. Tapınağın yapımındaki hüneri, ustalığı görünce; lisede doktorluğa ve mühendisliğe yönelten sisteme ait hocalarımdan birisi olan Murat hocanın "inşaat mühendisliğinin temeli milattan öncesine kadar uzanmaktadır." Sözünü anımsadım. Dış kapıdan tapınağın olduğu alana girdiğimizde bilet kesmek için yanımıza gelen güvenlik görevlisinden Aizonoi kentini anlatan bir broşür aldık. Bir yandan broşürü çok dikkat edemeden okurken, bir yandan da çit gibi bir yapıyla çevrilmiş bir alana yığılmış tarihi taşları inceledim. Tapınağın içinden çıkarılan bağımsız bir kısım taşlar ve tarihin yıpratıcılığı yüzünden çeşitli yerlerinden düşen çeşit çeşit taşlar, bu alanda toplanarak bir nizam sağlanmıştı. Taşlara yaklaştıkça, yapıdan düşenlerinin haricindeki hiçbir taşın sıradan olmadığını fark ettim. Hepsinde bir sanatçılık yatıyordu. Elle kaldırılamayacak kadar sağlam olan, yapısal olarak benzeriyle daha önce hiç karşılaşmadığım bu özel nesnelerde sanırım oyularak çizilmiş çeşitli şekiller, işlemeler, üzerine özenle titrenmiş motifler, insan ve hayvan şekilleri vardı. "Ne kadar da eskiler" dedim. Arkamızdan bize refakat eden bekçi, "II. Yüzyıldan kalmalar" dedi. Arkamı döndüm, artık tapınağa doğru gitmenin vakti gelmişti. Birkaç saniye sonra önünde bitiverdik. Burada da birikmiş bir takım taşlar vardı, fakat bunlar çitle çevrili bölgedekilerin aksine, tapınağı ayakta tutan birçok sütundan kopan ortalama bir buçuk metre civarındaki kolon parçalarıydı. Fakat bu parçacıklar da sıradan değildi. Sütun boyunca diklemesine çıkan beş-altı santim aralıklarla düzenli bir şerit şeklinde oyulmuşlardı. Oyuklar çok derin değildi. Uzaktan bakınca çok damarlı bir kablonun yalıtkanı soyulduğunda kalan iletken kısmının görüntüsünü andırıyordu. Bu kolonlardan o kadar çok sayıda vardı ki, neredeyse elli metre uzunluğundaki bunca kolonun bu düzenle tek tek oyulabilmiş olmasına hayranlık duymamak mümkün değildi. Sonra tapınağa çıkan merdivenlerin dibinde, Zeus heykeliyle aniden karşılaştım ve irkildim. Çeşitli dergilerde, gazetelerde, televizyonda ve internette resmiyle sıkça karşılaştığım bu heykelin kendisini görmek içimi titretti. Ortadan ayrılmış ve boyun bölgesinin ortalarına kadar uzanan uzun saçları tıpkı kolonlar gibi fakat düz olmayan bir şekilde oyularak dalgalı bir hale büründürülmüştü. Saçlarının bittiği yerden oval yakası başlayan bir kıyafeti vardı. Omuzlarının iki yanından tıpkı Hz. isa’nın çarmıha gerilmesindeki gibi onu tutan, yine oymalı bir şekilde yapılmış ağaç olduğu hissettirilen bir yapı işlenmişti. Göz bebekleri olmayan gözleri, düzgün burnu, kapalı ve bir hünerle tenden daha koyu gösterilebilen dudaklarının işlenişi kusursuzdu. Çenesi de başarıyla ovalleştirilmişti. Donuk gözlerle bakan bir insanı andırıyordu. Göğüs kafesi hizasından aşağıya doğru olan kısımda ise bir lalenin yapraklarının inceleştirilmiş haline benzeyen bir süsleme vardı. Aşağıda çene çukurunun hizasında tokmaksı bir yapıyla başlayan bu süsleme, göğüs kafesinin altından kasık bölgesine kadarki alanın sağında ve solunda mükemmel bir simetriyle oluşturulmuştu. Uzaktan bakınca kanatlanmaya hazır bir güvercini andıran bu heykelin dibinde olmak, ona dokunmak dünyaya ait yeni bir keşif tadı hissettiriyordu. Heykelin büyüsünü ardımızda bırakarak yapılı taş merdivenlerden tapınağa çıktık. Kafamızı kaldırdık ve bu yüksek heybeti gözlerimizle inceleyerek ilerledik. Müze bekçisi önümüze geçti, ve tapınağın altına sonradan yapılmış demir merdivenlerle inen karanlık yerin kapısını açtı. Merdivenlerden inerken, bu ürkütücü yerin kara bir zindan olduğunu düşündüm. "Burasını depo gibi bir yer olarak kullanıyorlarmış sanırım" dedi bekçi. Aşağı indim, yukarıdan zifiri karanlık gibi görünen bu yerin üstüne. Boşlukta çıkardığım ses yankılanıyordu. Meydana doğru yürüdüm biraz. O zamanlarda elektrik olmadığı için aydınlatmayı güneş ışığını içeriye yansıtarak sağladıklarını gördüm. Merdivenin başındayken zifiri karanlık olan bu yerin içine girdiğimde, dışarıya simetrik bir eğimle oyulup açılarak güneşi içeri sokan birkaç pencere gördüm. Bu sayede aşağısı merdivenin başının aksine, aydınlık görünüyordu. Hayranlığım her dakika fazlalaşıyordu. Tekrar yukarı çıkarak tapınağın etrafında dolaşmaya ve bu sırada da yapısını incelemeye devam ettik. 18 Aralık 2008 Perşembe/ Günlüğümden.