enteresan bir şey. gerek senaryosu gerekse sunduğu sahneler ile bambaşka bir yere koymak gerekir persona'yı.
-----------------------------------------------
Duvar yalnızlığı, ağaçlar ise insanları/toplumu ifade eder. Zindan filminde, rüya sahnesinde ağaçları insanlar olan orman tasviri vardı mesela. Ayrıca parça parça gösterilen sessiz film de, Zindan'da izleniyor.
Çocuk annesi tarafından izleniyor, burada filmin sonuyla alâkalı ipucu da var!
Filmi tekrar izlemeye kurulduğumda notlar tutayım dedim, ilk kez. Yukarıdaki son not, filmin giriş kısmının da sonunu belirtiyordu sanırım. Zaten esas hikâyeye yapılan girişle ben de kendimi kaptırmış bulunuyordum o şiirselliğe.
Persona'yı anlatırken yabancılaşmaya, iletişimsizliğe, iki yüzlülüğe değinebilirim. "Yaşamak istenen hayat" ile "yaşanması dayatılan hayat" farkı üzerine de değinilebilirim...
Ben naçizane, Persona'nın içerdiği müthiş estetiğe ışık tutmak istiyorum; Sven Nykvist'in elinin değdiği belli olan görüntülere... iki kadın ve bu iki münzeviyi barındıran bir ada-yaban çileği bahçesi smile.gif- var elimizde. Bir düşünelim; adanın tabii güzellikleri ile izleyiciye hoş bir görsellik sunulabilir mesela. Tamam buna basit diyelim, amenna. Peki evin içinde ve sadece aynı masada oturan iki kadını içeren sahnelerde nasıl bir vurgu yapılabilir izleyiciye? ilerletelim; bir rüya, bir fısıldayış ya da bir kavga, bundan daha estetik bir şekilde sunulabilir miydi acaba? Renksizlik, bir filme bu kadar mı yakışır? Filmin içerdiği estetik -ve daha da ileri gidersek erotizm- yazıya dökülebilecek bir mahiyette değil, ya da ben beceremiyorum bunu.
iki kadın ve bir ada diyorduk, gelelim o iki kadına... Siyah-beyaz bir filmde, gözlerindeki parıltıyı ya da solgunluğu bu kadar iyi ifade edebilen oyuncular çok yoktur ortalıkta sanırım. Liv Ullmann bir pandomim sanatçısı gibi, eğer sessiz sinema döneminde yaşasaydı yine ne kadar büyük bir oyuncu olabileceğini kanıtlarcasına enfes. Ürkeklik, kabullenme, kızma, sevinme, korkma ve daha nice hâli gözünü kırpmadan -evet, kırpmıyor- bize iletiyor. Bibi Andersson ise, yaşama sevincini yitirmek üzere bir hâlde, özlemleri ve pişmanlıkları olan, ve bunlardan da mühimi müthiş bir kıskançlık -gıpta etmek mi demeliydim?- içeren rolüyle inanılmaz başarılı.
Maskeler düşüyor, sonrasında ise yeni maskelere yönelmek kalıyor herkese...