Six Feet Under, Batı medeniyetinin ürettiği en değerli ve ölümsüz eserlerden biridir. Hatta üretilen diziler arasında en sanatsal, en derini ve en iyisi olduğu hakkında bir şüphem yok. Daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu" derler ya; işte bu söz bu dizi için geçerli değil. Çünkü daha iyisi yapılamayacak. Diziyi izledikten sonra dönem dönem konuşulan, Breaking Bad süper, Walking Dead en iyi dizi, G.O.T. en muhteşemi gibi çeşitli cümlelere cevap vermek yerine, sadece gülüp geçersiniz.
Refik Halit Karay'a ait şu sözün hakikatine karşın: "Hepimize ölüm, en yaklaştığı zaman bile uzak görünür."
Asıl olan meseleyi, yani ölümle yaşamın iç içe oluşunu şahsına münhasır bir üslupla işlemeyi başaran dizi. Bu diziyi izlerken, ölümün dışarıdan gelen bir olgu değil de; aslında, her zaman yanımızda taşıdığımız, içsel bir olgu olduğunun ayırdına daha net bir şekilde varıyoruz. Nitekim ölüm olgusunun, içkin bir şekilde hayatın özünde yer alması önemli bir meseledir...
Üstüne üstlük gerçeğin, allanıp pullanmadan, klişelerin ardına hapsedilmeden ve göze sokulan parmak misali faşizanca vurgulanmadan da yeteri kadar bağımlılık yapabileceğini gösteren bir görsel şölen olmuştur Six Feet Under bugüne dek. Modern insanın en büyük dertlerinden biri olan "sıradanlaşma" "ölüm korkusu"nu hücrelerine kadar hisseden karakterleriyle, birey ihtiyaçlarının "bencillik" adı altında suni ahlaki değerlendirilmelerle baskı altına alındığı bir dünyanın ve bu dünyadaki yaşamın ne kadar acı verici olabildiğini bu kadar akıcı ve sürükleyici bir şekilde anlatan ne bir edebi ürün ne de felsefi yaklaşımla karşılaşmamıştım Six Feet Under'a kadar. "Hayatın ve ölümün anlamına dair" şeklinde kulağa başta fazla ukalaca gelen, öz teması 5 sezon boyunca kendisini öyle güzel işledi, yaşamın katmanlarına öyle güzel yaydı ki, gün gelip bittiğinde bunun aslında dünyevi bir son olduğunu, yaşamın ve yaşayanların asla yokolmayacağına dair bir teselliyi de tuz misali serpti yaralı ruhlarımızın üzerine.