stefan zweig dostoyevski için, 'psikologların psikoloğu' tanımını yapmıştı.
neden mi? mesela zimbardo deneyini bir hatırlayalım… sıradan insanları gardiyan ve mahkûm diye ikiye ayırıp sahte bir hapishaneye yerleştirmişlerdi. peki sonra ne olmuştu? gardiyanlar kendilerini role fazla kaptırarak, baya böyle sadist, puşt insanlara dönüşmüştü. peki yıllar önce dostoyevski ne demişti: “dünyanın en gereksiz, işe yaramaz adamını alıp bir gişe memuru yapın. kendini önemli biri zannedip hemen sizi aşağı görecektir.”
başka bir deneye bakalım. insan sence en çok kime yalan söyler? manitasına mı? annesine mi? arkadaşlarına mı? hayır, kendisine. psikologlar bunu 1959'da yaptığı bilişsel çelişki deneyinde fark etmişti. çıkan sonuca göre insanların kendi zihnini manipüle ettiği, apaçık ortada olan bir gerçeği bile kendi çıkarına göre yorumlayıp değiştirebildiği anlaşılmıştı.
peki bu deneyden tam 79 sene önce, dostoyevski karamazov kardeşler’de ne yazmıştı? “önemli olan insanın kendine yalan söylememesi. kendine yalan söyleyip, söylediği yalana inanan kimse, kendi içindeki ve çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya başlar… kendine yalan söyleyen kimse, herkesten çabuk da gücenebilir.”
peki bu psikologların psikoloğu çok mu normaldi? kesinlikle değildi. zaten kendisi söylemiş, “benim kişiliğim her zaman karamsar, hastalıklı ve heyecanlı olmuştur.” diye. kumar bağımlılığı vardı mesela, ama ne bağımlılık… okuduğumuz çoğu kitabını kumar borçlarını kapatabilmek için yazmıştı. sigmund freud onun bu bağımlılığını, patolojik bir tutku krizi olarak yorumlamış ve dostoyevski’nin sürekli kumar oynayarak, aslında kendisini cezalandırdığını iddia etmişti.
yani oynadığı kumarda zevk değil de, güçlü bir yıkım içgüdüsü vardı; ama dışa değil, içe doğru bir şekilde, mazoşistçe. çünkü adam hep bir suçluluk duygusu hissetmiş. freud’a göre dostoyevski’de oedipus kompleksi vardı. yani özetin özeti olarak annesini babasından kıskanıyordu ve otoriter, suratsız babasıyla sürekli bir iktidar kavgası içindeydi -ki zaten eylemlerimizin tek bir nedeni olmaz genelde.
peki suç ve ceza’daki raskolnikov bir katil olmasına rağmen, neden dünyada en çok okunan ve en çok sevilen roman karakteridir?
çünkü dostoyevski yargılama değil, anlama çabası içindedir. “iyi” ya da “kötü” diye net ayrımlar yoktur onda, çünkü herkes iyi olduğu kadar kötü, kötü olduğu kadar da iyidir işte. belki de bu yüzden kitaplarındaki karakterler sürprizlerle dolu ve belirsizdir. bir an çoşku duyarken ardından hüzünlenebilir ya da sıkılabilirler. çünkü insandaki tutkular çeşitli ve sınırsızdır. bir şey ister ve elde edemezse üzülür ya da elde ederse hemen başka bir şey daha ister. doğaldır yani onun karakterleri, doğal ve gerçektir. tıpkı bizim gibi.
en nihayetinde çoğumuz iki duygu arasında sıkışmış insanlar değil miyiz? bir yaşadığımız hayat var, bir de arzu ettiğimiz. ve bu ikisi arasındaki mesafe ne kadar açılırsa o kadar mutsuz oluyoruz. sonra bu sıkışmışlığın acısını da kendimizden ve çevremizden çıkartıyoruz.
sonuç olarak freud psikanalizin kurucusuydu ama, "gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum." demişti. dolayısıyla yazarlar, bilinçdışının yeraltı dünyasına doktorlardan, hukukçulardan ya da psikopatlardan daha derin bir şekilde sokulmuştu ve şüphesiz bunu en iyi beceren dostoyevski’ydi.