“hukuk” denilince ister istemez hepimizin hatırına “mahkeme, avukatlar” vesair gibi çağrışımlar gelmekte; bu yanlış olmasa da, esasen hukuk “ahlak” demektir ve her toplumun kendi inanç ve adetlerine göre zamanla oluşmuş bir ahlak kaidesi/kuralı ve bu kaideleri teşkil eden normlardan oluşmuş bir hukuk düzeni vardır.
bu itibarla “hukuk, ahlâkın pıhtılaşmış hâli” denilmiştir; bu tanımların ardından “hukuk” bahsi ile alakalı asıl tanımlamaya çalışacağım -ve bir yönüyle de hatırlatacağım- husus şu:
hukuk, başta söylediğim gibi ilk anda aklımız ve gözümüzde daha çok başka imajlarla canlanıyor olsa da, yani onun siyasi, kanun yahut ceza kategorileri hatıra gelse de esasen, sıradan, tabiî, günlerden her hangi bir gün içinde geçirdiğimiz vakitlerdeki bütün münasebetlerimizi kapsamaktadır. hani, hiza diye bir şeyin varlığını ancak belli objelere nazaran görüyor olmamız gibi, o, ister farkında olalım isterse olmayalım hayatımızın önemli yahut sıradan her hadisesinde, şartların ve vakaların mahiyetine göre kapsamı daralan yahut genişleyen bir biçimde vardır ve birçok faaliyetimizle ortaya çıkar, gözükür.
bir trafik kazasında bunu belirgin bir biçimde hissederken, susuzluktan ciğerinin yanmış olabileceğini varsaydığımız bir serçe için pencere kenarına koyduğumuz su dolu bir kab’ta, ——-ki burada, onun hak hukukunu gözetirken, diğer yandan yani pıhtılaşmış hâline nazaran “ahlaki” bir tavır sergilemekteyizdir ve bizi buna mecbur kılan sadece vicdanımızdır, evet “mecbur kılmak”ta bir “zorunluluk” hâli vardır ve işte serçe ile aramızdaki münasebeti doğuran, evet gördüğümüz üzere yazılı olmayan bir hukuk kuralı vardır——- bu fiilde onu düşünmez ve görmeyiz; görmek zorunda değiliz zaten; söylemek istediğim esasen günlük münasebetlerimizin neredeyse tamamına yakını “hukuk”a tâbidir:
hani eskilerin kullandığı “filanca ile hukukumuz var” yahut “onunla hukukumuz eskiye dayanır” tabirindeki gibi...