''niye bu hale geldik?'' diye sordum-bir ilişkide bu sorunun muhatabı kimse, işte o kişi gitmeye teşnedir- ben uzun uzadıya bir açıklama beklerken, o tetiği çekti;
''ben gitmek istiyorum.'' dedi.
o anda aklıma, soğuk bir kasım sabahı-ki aşkların başka olduğuna dair, yersiz bir yakıştırmaya sahiptir- geldi. ikaros cafe'de onu bekliyordum. içeri girdi. üzerinde, sonraları- bir 30 yıl kadar sonra- ''bir kız, yeşil bir kazağı vardı. enine siyah çizgiler... islanmış saçları, o çizgileri kesiyordu...'' cümleleriyle anacağım yeşil bir kazak vardı.
- selam, dışarda felaket yağmur yağıyor!
- saçların ıslakken daha güzel, bence hep ıslatmalısın.
- ahaha,çok beklettim mi?
- yok hayır, ben de şimdi geldim.
geldiğimin üzerinden bir buçuk saat geçmişti.
geldiğimin üzerinden 360 küsür gün sonra, biz yine aynı masada oturuyorduk. masanın ortasında görünmez bir altıpatlar vardı. benim ateşlemeye cesaret edemeyeceğim o altıpatlar; ''ben gitmek istiyorum.'' cümlesiyle beynimde patlamıştı. silah sesini kimse duymadı.
''enine siyah çizgiler.'' dedim.
''efendim?'' dedi.
''gidersen ölürüm.'' dedim.
karanfil sokak'ta, o'nu karanfil metrosu'nun önünde gördüğüm anı hatırladım. başımı hafifçe sola eğdim. sanırım, ''hoşlanılan arkadaşa bir şeyler söyleme'' ihtiyacından; ''bu sokak ne acayip, hiçbir şey yok ama çok acayip'' dedim. ''bence de, ne yapıyorsun burada?'' dedi. ''arkadaşımı bekliyorum, sen?'' diye sordum. ''ben de'' dedi.
ankara'da tunalı hilmi, sakarya vs. yerlere gidilecekse, ''karanfil metrosu''nun önünde buluşulur. ''gima'nın önü'', ''ykm'nin altı'' gibi muadilleri vardır. ama genel tercih karanfil'dir.bu sokağı acayip yapan şey belki de budur; ''bir sürü insanın hiçbir şey yapmadığı, yapmak için toplandığı, yapmaya başladığı yer olması.''
''gitmezsem ölürüm.'' dedi. üzerine, benim ne kadar iyi bir insan olduğumdan, sorunun bende değil kendisinde olduğundan, ve beni haketmediğinden bahsetti. bu klişe terk ediş üçlemesinden sonra, durumu düzeltmeye yönelik bir kaç adım attıysam da; bunlar onun için küçük, insanlık için daha küçük adımlardı.
ayağa kalktı, ardına dönüp bakmadan cafeden çıktı.
o çıkar çıkmaz, içeri bir kız girdi. masaya yaklaştı. saçları ıslaktı. enine siyah çizgileri olan yeşil bir kazak giyiyordu;
- selam, dışarda felaket yağmur yağıyor!
- bu kadar çabuk mu?
- ne çabuk mu?
- gidişinin ardından seni yaşamaya başlamak.
gülümsedi. ''gel'' dedi. ''dışarda yağmur var, yürüyelim mi, ne dersin?''. ''dışarda yağmur yok ki'' dedim. ''ee ben de yokum?'' dedi. güldüm. ''sana hep hayallerimin kadını derdim'' dedim.
cafeden çıktım ve hayatımda ilk defa yağmayan bir yağmurda ıslandım.
&&&
cafeden çıktım.
hızla kalabalığın arasına karıştım. etrafımdaki insanların varlığını hissetmem, bana bir şekilde iyi geliyordu. birden bire bastıran yalnızlık duygusuna karşı geliştirdiğim bu savunma şekli her zaman işe yaramıştı. ama şu anda bir şeyler ters gidiyordu.
terk edilmek ne acayip, hiçbir şey yok ama çok acayip. ''yarı yolda bırakılmışlık'' hissiyatından öte, ''aslında hiç yolda olmamışlık'' hissiyatı. düşsel bir güven duygusunun düşüşü, kırılışı, ufak parçalara ayrılışı.
peki ya bunlara neden olmak?
kötü biri miyim?
terkeden katil değildir bazen; cinayeti üstlenmiştir. konu kapanmalıdır çünkü. herkes suçluyu arar bir müddet sonra. herkes suçlu sanar bu demir parmaklıklardan bakan, suçlu olmadığını bilen bir çift gözü. ama o içini ferah tutar. bu ferahlıkla hücrenin rutubeti...gönlü buz tutar.
ben de içimi ferah tutmalıydım. ''gitmezsem ölürüm'' demiştim. gidiyordum fakat hala ölüyordum. her iki şekilde de öleceksem; onunla ölmeyi tercih etmeli miydim?
beni ölürken görmesine izin veremezdim. çünkü beni hayata döndürmeye çalışacaktı. yaşayacağıma dair iğrenç ümidi olacaktı. ilaçların işe yarayacağına inanan bir hasta yakını gibi. öyle bir umut ki; ertesi, ertesi gün ölüm haberi almak gibi.
ah, yerli yersiz akla gelen yaşanmışlıklar. hepsi aynı anda beynime hücum etti. bırakıp gittiğim bu adamın her zerresi içimdeydi. sağlıklı düşünemiyordum. sesi, kafamın içinde bir sürü şey söylüyordu. etrafımdaki insanların benden daha yavaş hareket ettiğini farkettim. yürüsenize be!
elleri, kolları, bacakları, gözleri olan ''şey''lere çarpa çarpa karanfil metrosu'na geldim. neden?
ve o anda, orada onu gördüm. bana baktı. başını hafifçe sola eğdi ve;
''bu sokak ne acayip, hiçbir şey yok ama çok acayip'' dedi.
bu kadar çabuk mu?
&&&
- mutlu musun?
- ''hayallerimin kadını''yla yürüyorum ve yağmayan bir yağmur yüzünden hastalanır mıyım diye düşünüyorum.
- geri dönmesini ister miydin?
- hıhım...
- geri döneceğini bilsen, şu anda, yanına gidip en sevdiği cümleni söyler misin?
- bilmem...