bir gün, yakın bir arkadaşımla bir yere oturduk, kahve içiyoruz. iki saat sonra başlicak dersten önce sohbet edip, gelecek hakkında konuşuyorduk. hayatı boyunca yurtdışına çıkmamış ama bunu gerçekleştirmeyi çok isteyen ben, bu isteğimden söz ettim. fakat kısa süreli bir seyahat değil, uzun süreli bir seyahat istediğimi belirttim. bir haftada hiç bir kültürün içine karışamiyacağımı, tanıyamayacağımı biliyordum. bundan önce onlarca defa yurtdışına çıkmış arkadaşım da yazı değerlendirmek istediğini ve uzun süreli bi seyahat istediğini söyledi. e ne duruyoruz dedik? work and travel?
ertesi gün araştırmalara başladık. hangi eyalete gideriz, hangi işe gireriz derken, bir üçüncü arkadaşımızın çoktan bu programa başvurduğunu duyunca, soluğu hemen arkadaşımızın anlaştığı şirketin binasında aldık. çalışmak istediğimiz işi ve eyaleti belirlemiştik. san diego, harrah casinolarından bir tanesi. paralar ödendi, formlar dolduruldu, işverenin taaa amerika'dan gelip, mülakat yapması beklendi.
sonunda o gün geldi, mülakata gittik. yaklaşık elli kişi ile tek tek görüşüldü, bunların yirmibeşinin kabul edileceği buyuruldu. bir hafta sonra haber vericez dediler, teşekkür ettik ve otelden çıktık.
bir nefes alalım, buraya kadar her şey ne kadar güzel gidiyor. "san diego ne güzel olucak olm", "üç kişiyiz olm direkt ev araştırmaya başlayalım" gibi diyaloglar. hazırlıklı gidiyoruz ne de olsa, sırf bu yaz için paralar biriktirilmiş. esas amaç 3 ay çalışıp üstüne biriken parayı koyup new yorkhayalini gerçekleştirmek. buraya kadar söz etmemiştim, ama üçümüzün de en büyük hevesi new york'u görmekti. eh, gerçekleştiriyorduk işte, az kalmıştı.
aradan bir hafta geçti, iki hafta geçti, üç hafta geçti, ses yok. e-maillere cevap alamıyoruz. ulaşamıyoruz. sonunda telefonla ulaşabilmeyi başardık aracı şirketimize. (burada ismi üstüne basa basa belirtmek istiyorum; elton yurtdışı danışmanlık.)
- aa meraba bizim mülakat sonuçlarımız hala gelmedi?
-aa nasılsın ringo? haber vermedik mi size?
-yok, vermediniz.
-siz mülakattan çıkar çıkmaz belli oldu sonuçlar zaten. bizden kabul edilen yirmibeş kişinin formlarını alıp gittiler. üçünüz de kabul ediliniz. hayırlı olsun.
-hadi ya, teşekkür ederim. çok güzel oldu bu.
hemen üçlü koalisyon, huhuu, oh be, holey gibi tepkiler. artık yolculuğa tahmini olarak dört ay kalmış, kabul edildiğimiz haberini aldık.
aradan üç ay geçti. formlar tamamlandı. tüm para ödendi. vize görüşmeleri için tarih alındı. bir ay kadar sonra, gidiyoruz. telefon çalıyor, arayan şabat;
şabat: naber?
ringo: iyidir sen?
şabat: haberler kötü. san diego işi iptal.
ringo: ??? o niye?
şabat: bizim danışman aradı, ringo'yu kabul etmediler, o yüzden sen ve immigroş'u da almıyorlar dedi.
ringo: yok artık? o nedenmiş.
şabat: bilmiyorum, böyle dedi ve iş seçmemiz gerektiğini söyledi.
ringo: ??? ...
hemen burada, bu olaya da açıklık getirmek gerek. üçümüzün görüşmeleri de çok iyi geçmişti. şabat'a sorulan sorular hakkında bilgi vermiş, hatta "şu soruyu kesin şöyle cevapla, bayılıyolar bu tip şeylere" demiştim. şabat da bunu uygulamış, mükemmel bir karşılık en üst seviye onaylamayı yazdırmıştı kağıda. yan masada immigroş, ben ve iki çocuk daha mülakatı sürdürürken, en akıcı ingilizceyi konuşan, en rahat davranan, kadına espri yapıp gülmesini bile sağlayan bendim. yandaki diğer iki çocuk isimlerini söyleyemezken, immigroş çok masum bir heyecanla elini titretip panikten şekerin ingilizcesini unuturken.
amerika'ya gidip, türkiye'ye döndükten sonra ortaya çıktı ki, böyle bir durum yokmuş. sadece on üç kişiyi almayı kararlaştırıp, bir çok kişiyi seçtikleri çalışma pozisyonları yüzünden kabul etmeme kararı almışlar. yani, danışmanımız bize yalan söylemiş.
bu yalanın, amerika'ya gitmeden, amerika'dayken, ve döndüğümüzde bile üstümde yarattığı baskıyı, kendime, arkadaşlarıma ve tüm çevreme karşı nasıl hissetmemi sağladığını tahmin edebileceğinizi düşünüyorum.
artık bir ay vardır, tüm işler seçilmiş, kontenjanlar dolmuştur. biz ise sap gibi açıkta kalmışızdır. çiftlikte housekeeping, alabama'da kuru temizleme seçenekleri arasından, new orleanshilton river side hotel öyle bir parlamaktadır ki, balıkmala atlamak diye bir tabir varsa eğer, o anda üç balık görmeniz mümkündü. blues'un, caz'ın başkenti. müziğin bir numaları şehri; new orleans. aman tanrım. mevcut durumda bundan iyisi olamaz.
vize görüşmesine gidiyoruz, ancak burada da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz. danışmanlık şirketi, immigroş için randevu almayı unutmuş. şabat ve ben görüşmemizi tamamlarken, immigroş sinirli bir şekilde bir hafta sonra dönmek üzere ayrılıyor konsolosluktan. sadece aracılık yapan bir şirketin, yapması gereken tek tük işleri bile doğru düzgün yapmaması gittikçe sinirmizi bozuyor. hatırlamışken şunu da söylemeli; immigroş daha ringo ve şabat başvurmamışken, bu şirketteki danışman tarafından az kalsın kandırılıp, yalan söylenip, çok alakasız bir yere gönderiliyordu. biz bunu çok sonraları öğreniyorduk.
vizeler alındı, belgeler tamamlandı, uçak biletleri alındı, valizler hazırlandı. iki gün sonra uçaktayız. gidiyoruz, nihayet.
new orleans hilton'da çalışmak üzere kabul edilen öğrencilern biri ise bizden çok önce new orleans'a varmış, yerleşmiş. mail grubundan bizi bulup hepimize teker teker mail atıyor, tam iki gün kala. kısaca şöyle demekte; "buraya geldim, danışmanımız halina'yla buluştum ve beni saçman sapan bir yere getirdi. hilton'da iş yok. kandırıldık." şunu da söylemeliyim, bizim asıl anlaşma sağladığımız şirket hcms diye bir şirket. o da aracı yani, hilton'la işi bağlayan o. ama farketmiyor, kapı gibi sözleşmemiz var işte.
bu şok, ağır geldi. hemen telefonlara sarıldık, ertesi gün soluğu şirkette aldık. böyle bir durum olmadığı, o arkadaşın onlara böyle bir mail atmadğını, hilton'la konuşulduğu ve kesinlike böyle bir durum olmadığı söyleniyor. biz ısrar ediyoruz, kesinlikle yok böyle bir şey diyorlar. inanmaktan başka bir çaremiz mi var? inanmasak bile, bir gün sonra yoldayız zaten. yapacak bir şey yok.
uçağa binildi, uçaktan inildi. bir daha uçağa binildi, bir daha inildi ve bir kez daha binilip bir kez daha inildi. saat akşam dokuz, new orleans'tayız. kimse bizi karşılamayacağı için, hazırlıklıyız. rezervasyon yaptırdığımız otele gidiyoruz. halina'yı aradık hemen. telesekreter çıktı. "hi this is hallinaa, if you can't reach me please leave your name and number, i'll call you. see ya." köpek gibi yorgunuz ama, köpek gibi de açız. hemen çıkıyoruz dışarı. soluğu bourbon street 'de alıyoruz. strip clublar, canlı müzik, boncuk verip meme açtırmalar, gayet eğlenceli bir yer.
ertesi gün halina'yı tekrar aradık. telefonda bize fırça atmaya kalktı, siz nasıl hemen beni aramazsınız diye. biz aradık seni halina'cım dedik, telefonun kapalıydı. biz hilton'a üç blok uzaklıktayız, hilton'un önüne gel konuşalım. hilton'a değil, greyhound bus station'a gelin, orada buluşucaz dedi. biz, hiç bir şeye inanmadığımız için, hemen greyhound bus stationun nerede olduğuna baktık. 33 blok ötede!!
- "halina, canım ciğerim, saçmalama hilton'un önüne gel, otobüs terminalinde ne işimiz var bizim. bir saat sonra görüşürüz."
- okeey, see ya there.
hilton'un önünde bekledik. üç saat kadar. ne gelen var, ne arayan. biz arıyoruz, telefonunu açan yok. new orleans'ın süründüren sıcağında otele dönüyoruz. sonunda telefonumuza cevap geliyor, nasıl gelmezsin diyoruz, "gelemedim" diyor. kaltak.
buradan sonra işler iyice sapıtmaya başlıyor. "otelinizin ismini verin, araba yollayıp sizi aldırıcam." "hilton'da çalışamazsınız, sizi buradan iki saat uzaklıkta bir yere göndericem."
"otelde kalamazsınız, çabuk yerinizi söyleyin." artık cephe olunmuştur. kavga başlamıştır. burada şunu da belirtmek isterim, gelen öğrencilerin çoğu bu aşamada sinip, korkup, ne denirse yapıyor. haksız da değiller. bilmedikleri bir ülke, çoğu ingilizce'yi iyi konuşamıyor, kendini ifade edemiyor. çaresizlik var. ama biz öyle yapmadık, bize ses yükseltildikçe biz de yükselttik. iki görüşme daha ayarladık, hilton önünde olmak şartıyla. birinde ekildik, diğerinde mario diye bir lavuk geldi jiple.
"atlayın gençler!" dedi, atladık. sizi greyhound'a götürüyorum dedi. "hahaha" dedik. "yanımızda hiç bir eşya yok. götüremezsin." "tamam o zaman, otele gidelim alalım eşyalarınızı." "mario, sen bizi kenarda indir. halina'ya da söyle, bu iş burada bitmedi."
bundan sonra jipten inip, direkt otele gittik. halina'yı aradık. bağırıp çağırdık. şöyle de bir avantajımız olduğunu hatırladı immigroş; 70 küsür yaşında, amerikalı bir bilim adamı tanıdığı vardı. david isimli bir adam. onu aradı. o bizden halina'nın telefonunu aldı. halina'yla konuştu. halina bizi aradı. "i'm done with you" dedi. "alın size joe'nun telefonu." he's the boss." bir yandan da aileler türkiye'dek şirketle kapışıyor. elton yurtdışı danışmanlık şirketi ise, ailelerimize yalan söylemekle meşgul. immigroş'un annesi arayınca, "biz ringo'ya yeni iş bulduğumuzu söyledik, biz öyle iş istemeyiz dedi." gibi yalanlar atıyorlar. benim ailem arayınca, "şabat önerdiğimiz işi kabul etmedi." diyorlar.
biz joe'yu aradık. david joe'yu aradı. şirketin merkezi chicago'daydı. chicago'da size iş veriyorum öyleyse dedi. tabii bunu hemen söylemiyor. david arayıp, bir amerikalı olarak başka bir amerikalı'ya fırça atıyor. sözleşmemizden söz ediyor, dava açmaya hazırlandığımızı belirtiyor. joe da hemen bize iş sunuyor. dava açma konusunda da yalan söylemedi david. avukata gösterdik sözleşmemizi. şirketi kapattırma şansınız çok büyük dendi avukat tarafından.
biletlerimizi joe karşılıyor, new orleans'tan chicago'ya, yani en güneyden en kuzeye geçiyoruz. chicagodayız.