insanlar basit olsaydı, doğruluk da basit bir sorun olurdu diyor platon(eflâtun) ; kurulu düzene baş kaldıran bir komünizm, sorunu çözmeye yeterdi. ve bir ara düşüncelerini başıboş bırakıyor:
“böylece düzene giren insanların nasıl yaşayacaklarını düşünelim önce: onlar ekmeklerini, şaraplarını, yiyeceklerini, kunduralarını yapacaklar; evlerini kuracaklar, yazın çoğu zaman çıplak, yalınayak, kışın da üstlerine, ayaklarına bir şeyler giyip çalışacaklar. arpadan, buğdaydan yapacakları unları, kimi pişirip kimi yoğurup güzel çörekler, ekmekler hazırlayacaklar. yanlarına serdikleri hasırların, temiz toprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri, sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp çocuklarıyle beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler. aç kalmaktan, savaştan çekindikleri için de, gelirleri ölçüsünde çocuk yetiştirecekler, değil mi? … tabiî onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. soğanla, lahanayla köy yemekleri de pişirecekler. önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de koyacağız. bir yandan mersin yemişiyle palamudu, küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. barış ve sağlık içinde böyle doğal bir yaşayış sonunda, ihtiyarlayıp ölecekler. ölünce de, aynı yaşayışı çocukları sürdürüp gidecek.”
sonra, usulca şu soruya geçiyor: anlatılan o yalın cennete neden hiç kavuşamayız? o hayâlî ülkeler haritada neden görünmez?
karşılığını yine kendisi veriyor: açgözlüyüz, lükse düşkünüz de ondan. insanlar yalın hayatla yetinmezler, her şeye el uzatan, gözü doymaz, birbirleriyle yarışıp duran kıskanç kişilerdir; sahip olduklarından çabuk bıkarlar, sahip olamadıklarına da göz dikerler; ancak başkasına ait şeylerdir onlara çekici gelen… böylece, bir topluluk bir başkasının ülkesine el atmakta, doğal kaynaklara sahip olma mücadelesi önce çatışmaya, sonra da savaşa yol açmaktadır. ticaret ve mâliye gelişerek yeni sınıf ayrımları meydana getirir.
“öteki devletlere daha geniş bir ad bulmak gerek. çünkü onlarda bir değil, bir sürü devlet iç içedir. şu bildiğimiz devlet oyunundaki gibi, ne türlü olurlarsa olsunlar, her birinde en az iki yan vardır. biri zenginler, öteki yoksullar yanı. her iki yanda da, ayrıca bir sürü bölümler daha vardır. sen bunların hepsini bir bütün diye alırsan, aldanırsın.”
üyelerinin zenginlik ve aşırı tüketimle toplumda yer sahibi olmak istedikleri, bir ticaret burjuvazisi doğmuştu. bunlar, “karılarına büyük paralar harcayacaklardır.” servet dağıtımındaki bu değişme ise, siyasal değişikliklere yol açıyordu. tüccarın serveti, toprak sahibininkini aştığında, aristokrasi yerini, plutokratik oligarşiye yani, zengin tüccar ve bankerlerin yönetimine bırakacaktı. bu durumda, toplumsal güçlerin birbirine uygun biçimde düzenlenmesi ve politikanın gelişimine göre ayarlanması demek olan devlet yönetim sanatı yerine, parti stratejisi ve birbirinin ayağını kaydırmak demek olan politika geçecekti. temel ilkesini aşırı uca vardıran her hükümet şekli, yıkılmaya yüz tutar. aristokrasi, iktidar çemberini aşırı derecede daraltarak yıkar kendini; oligarşi, bir an önce varlık sahibi olmak amacıyle, serveti uluorta kapıştığı için yıkıma sürüklenir. her iki durumda da devrimle son bulur. bu devrim, sudan nedenler ve önemsiz kuruntular sonucu ortaya çıkabilir; ama nedenler ne kadar yalın olursa olsun, bu, biraraya gelen ciddî ve önemli haksızlıkların birikimidir. “sürüncemede bırakılan hastalıklardan zayıf düşen bir bünye, havadan nem kapar.” “… yoksullar düşmanlarını yendiler mi, demokrasi kurulur. zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. geri kalan yurttaşlar, devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar.”
ancak, demokrasi bile, demokratik davranışta aşırı giderek kendini yıkar. demokrasinin temel ilkesi, herkesin eşit olarak hükümette yer alabilmesi ve kamu politikasında sözü olmasıdır. bu, ilk bakışta pek güzel bir düzen gibi gelir; ancak halk, en iyi yöneticileri ve en bilgece tutumları seçebilecek ölçüde yeterli eğitim görmediğinden, ortaya pek kötü durumlar çıkar.
“halka gelince, anlayıştan yoksundur. sadece yöneticilerinin, akıllarına esip de onlara söyledikleri şeyleri tekrarlamakla yetinirler.”
bir öğretiyi kabul ettirmek ya da geri çevirmek için, halkın beğendiği bir sahne oyununda, onu övmek ya da gülünç duruma düşürmek yeter. (komedilerinde hemen hemen her yeni düşünceye saldıran aristophanes’e bir taştır bu.) yığınların yönetimi, devlet teknesinin, üzerinde yüzeceği fırtınalı bir denizdir. her söylev rüzgârı, suları harekete getirerek geminin rotasını değiştirir. böyle bir demokrasinin sonucu zorbalık ve otokrasidir. yığınlar dalkavukluktan öyle hoşlanır, öylesine tatlı bir dile açtırlar ki, sonunda kendine “halkın koruyucusu” diyen en düzenbaz ve vicdansız bir dalkavuk, en üstün yetkiyi eline geçirir.
platon(eflâtun), siyasal yöneticilerin seçimini, demokratik sahnenin arkasından oligarşi iplerini çeken, kötü niyetli, servet düşkünü entrikacılara bırakmak şöyle dursun, yığınların saçma dileklerine ve kolay aldanırlığına terk etme çılgınlığı üzerine düşündükçe, şaşkına dönüyor. ayakkabıcılık gibi yalın işlerde bile, ancak özel eğitim görmüş birinin işimize yarayacağına inanırken, siyâsette oy toplamasını bilen herkesin devleti yönetebileceğini sanırız, diye yakınıyor, plâton. hastalandığımızda en yakışıklı ya da en güzel konuşan hekimi değil de, bu konuda özel eğitim görmüş, en yetkili ve usta bir hekimi çağırırız. öyleyse devlet bütünüyle hastalandığında en bilge, en iyi kişinin hizmetine ve önderliğine baş vurmayı neden düşünmeyiz? kamu hizmetlerinde yetersizliği, beceriksizliği ve düzenbazlığı önlemek, herkesin iyiliğini düşünerek devleti yönetecek olan en iyi kişiyi seçmek ve onu bu göreve hazırlamak üzere en uygun yolu bulmak: budur işte siyasal felsefenin sorunu. bütün bu siyasal sorunların ardında bir de insan yaradılışı vardır. siyâseti anlamamız için yazık ki psikolojiyi de anlamamız gerekiyor.
“insan neyse, devlet de odur.”
“insanın kişiliği nasıl değişirse, hükümetler de öyle değişir… devletleri meydana getiren, o devletin içindeki insan yaradılışlarıdır.”
devletin bu şekilde olması, yurttaşlarının bu yaradılışta olmasından ileri gelir. böylece, kişilerimiz daha iyi olmadıkça, daha iyi bir devlet beklemeyelim. bu durumda her türlü değişiklik yapılsa bile, temelde her şey olduğu gibi kalır.”
“ne de güzel yaşar bu hastalar! boyuna hekime gider, ilâçlar alır, hastalıklarını büsbütün azdırmaktan başka bir iş yapmazlar. yine de yeni bir ilâçla kurtulacaklarını umarlar… dünyanın en eğlenceli insanlarıdır bunlar. toplumu iyi edeceğiz diye, bir sürü yasalar koyarlar, böylece kötülüklere bir son vereceklerini umarlar. ama aslında, hydra’nın bin başından birini kestiklerini, her kestikleri başın yerine de yeniden ikisinin çıktığını fark edemezler.”
şimdi de siyâset felsefesinin ele almak zorunda olduğu insan konusunu inceleyelim:
eflâtun, insan davranışının üç ana kaynaktan doğduğunu söyler. bunlar, istek, duygu ve bilgidir. istek’le, heves, içiti, içgüdü; duygu’yla, canlılık, tutku, yiğitlik; bilgi’yle, düşünce, zihin, akıl, aynı grupta yer alırlar. istek, apış arasında yerleşmiştir; temeli cinsiyete dayanır; taşan bir enerji kaynağıdır. duygunun yeri yürekte, kanın akışında ve gücündedir; deney ve isteğin organik titreşimidir. bilgi ise kafadadır, isteğin gözüdür, ona rûhun kılavuzu da denilebilir. bu güçler ve huylar herkeste bulunursa da, aynı ölçüde değildir. kimi insan vardır, baştan başa istek olup çıkmıştır; bunlar maddî şeyler peşinde koşan, kavga arayan, lüks ve gösteriş tutkusuyla yanıp tutuşan ve bir türlü ulaşamadıkları amaçları yanında, kazanmış olduklarını bir hiç gibi gören, tedirgin, her şeye el uzatan rûhlardır. sanayiye hâkim olan, onu evirip çevirenler bu kimselerdir. ama duygu ve yiğitlik tapınakları olan, didinmeleri asıl çaba gösterdikleri şey için değil de, “zaferin ta kendisi için” olan kimseler de vardır; bunlar her şeye el uzatmazlar, ama hırçın kimselerdir. bir şeyi ele geçirmek için değil, iktidar sahibi olmak için çırpınırlar; hoşlandıkları, savaş alanıdır, pazaryeri değil. dünyadaki orduları ve donanmaları bunlar meydana getirir. en sonunda da, düşünmekten ve nesnelerin nedenlerini anlamaktan tat alan tek tük insan vardır. bunlar mal-mülk ve zaferi umursamaz, bilgi edinmek için çırpınırlar; pazaryerinde ya da savaş alanında görünmezler, kendi başına bir kenara çekilen zihnin; sakin duruluğu içinde kendilerinden geçerler. bunların istemi ateş değil, ışıktır. sığındıkları liman iktidar değil, gerçektir. bunlar dünyanın kullanmadığı, bir kenarda duran bilge kişilerdir. etkin, bireysel eylem, duyguya kapılsa da, bilgi tarafından nasıl yönetilirse; aynı şekilde, mükemmel bir devlette de sanayiî güçleri üretim yapar ama, yönetici olmaz. silâhlı kuvvetler, koruyuculuk görevi görür ama, yönetici olmaz. bilgi, bilim ve felsefe güçlerinin beslenmesi, korunması gerekir. devleti bunlar yönetir. bilgi kılavuzluk etmedikçe, halk, kargaşalık içindeki istekler gibi düzensiz bir kalabalıktır; isteklerin bilgi aşığını gerektirdiği gibi, halkın da filozofların kılavuzluğuna ihtiyacı vardır. “gözü zenginlikten kamaşan tüccar başa geçti mi, ya da bir general, ordusunu askerî diktatörlük uğruna kullandı mı” yıkım başlamış olur. üreticinin yeri iktisat alanı, savaşanınkiyse savaş alanıdır. kamu yönetiminde ikisi de başarısızlığa uğrar; tecrübesiz ellerinde politika, devlet yönetimini batırır. devlet yönetimi bir bilim ve sanattır; kişi bu amaç için uzun süre hazırlanmış olmalıdır. bir ulusu yönetecek olan en uygun kişi bir filozof – kraldır ancak. “filozoflar, bu devletlerde kral olmadıkça ya da şimdi kral, önder dediklerimiz, gerçekten filozof olmadıkça, aynı insanda siyasal önderlikle bilgelik birleşmedikçe, ne devletler ne de insan soyu dertten kurtulamaz…”
eflâtun’un düşünce yapısının temel taşı budur.
ne yapmalı, o hâlde?
ilk yapılacak iş, “devlet yönetiminde on yılı dolduranların hepsini, kırda yaşamaya göndermek ve çocukları ailelerinden alıp, zamanın ve ana babanın göreneklerinden koruyarak yetiştirmek.” ideal devlet’imizi, büyüklerinden aldıkları kötü örneklerle, her yönden yozlaşan gençlerin omuzları üzerine kuramayız. elimizden geldiğince, her şeyi silip, işe yeniden başlamamız gerekir. aydın bir yönetici, ülkesinin bir parçasında ya da sömürgesinde, böyle bir işe girişmemiz için yetki verebilir bize.
ne olursa olsun, tâ baştan her çocuğa eğitimde fırsat eşitliği tanımamız gerekir; hüner ve dehâ ışığının nereden parlayacağı belli olmaz; kimseden yana çıkmadan, bunu her sınıf ve soyda aramak gerekir. yolumuzdaki ilk dönemeç; herkesin eğitimi sorunudur.
hayatın ilk on yılı boyunca, daha çok beden eğitimine önem verilecek, her okulun bir beden eğitimi alanı, bir de oyun bahçesi bulunacaktır. bütün eğitim, oyun ve spordan ibaret olacaktır. bu ilk on yıl süresince, öyle sağlam bir beden yapısı kurulacaktır ki, ilerde hiçbir ilâç için gereksinme duyulmayacaktır. içinde, kendine hasta süsü verenlerin ve sakatların bulunduğu bir ulusu beslemeye gücümüz yetmez. ideal devlet insanın kendi bedeni içinde uyumuyle başlar.
ancak, yalnız atletizm ve beden eğitimi de kişiyi tek yönlü yapar. “öyleyse ne yapalım? hem uysal olacak, hem de yiğit; nerede bulalım böylesini? uysallık azgınlığın tam tersidir sanırım.” şampiyonlar ve haltercilerle dolu bir ulus değildir istediğimiz. belki de müzik, sorunumuzu çözecektir! rûh, müzik yardımıyle uyum ve ritmi, hattâ doğruluğa eğilimi öğrenmiş olur. “uyumlu bir yapısı olan haksız davranabilir mi hiç? müzik eğitiminin bu denli güçlü olması bundan değil mi, glaukon? ritim ve uyumu rûhun gizli köşelerine sızdıran, hareketlerine lâtiflik veren, onu nezih yapan müzik değil midir.” müzik, insanın kişiliğine biçim verir, dolayısıyle uygun politik ve toplumsal kararların alınmasında da rol oynar.
müzik sadece duygu ve huy inceliği getirmez, aynı zamanda sağlığı korur ve hastalığı iyi eder. ancak zihin yoluyla iyi edilebilecek hastalıklar vardır. frikyalı rahip, isterik kadınları kavalla iyi edermiş. müziğiyle coşan kadınlar, bitkin düşüp sızıncaya kadar dans ediyorlar, uyandıklarında da iyileşmiş oluyorlarmış. insan düşüncesinin bilinçdışı kaynaklarına bu yolla erişiliyor, dindiriliyor; dehânın kökleri de, işte bu davranış ve duyuşun alt katlarında bulunuyor. “hiçbir insan bilinçliyken gerçek ve vahiy gibi gelen seziye ulaşamaz. ancak zihin gücü, uyku, hastalık ya da bunaklık ile uyuştuğu zaman o duruma ulaşabilir. “bu anlamda peygamber ya da dâhiyle, cinnet getirmiş bir kişi arasında fark yoktur.”
plâton, daha sonra çok ilginç bir konuya geçerek, “psikanalizi” sezinliyor. siyasal psikolojinin çıkmaza girmiş olmasının bir nedeni de, insanoğlunun türlü heves ve içgüdülerini yeterince incelememiş olmamızda. düşler bazı ince ve ele avuca sığmaz eğilimlere ışık tutabilir.
“olur elbet. üstünde durmak istediğim şu: zorunlu olmayan istekler, zevkler arasında bir de bozuk diyeceğim istekler var. doğuştan herkeste bulunur sanırım bu istekler; ama kanunlar, iyi istekler geri iter bunları; insan akıl yoluyla de bunları içinden söküp atabilir ya da sayılarını, güçlerini azaltabilir. ama herkes yapamaz aynı şeyi. birçoklarında bu bozuk istekler artar da, eksilmez. biz uyurken uyanan istekler. bizi dizginleyen, yumuşatan, düşündüren tarafımız uykuya daldı mı, tıka basa yiyip içmiş hayvan silkinip kalkar ayağa, boş bulduğu meydanda at oynatmaya, dilediğini yapmaya yeltenir. nelere el atmaz o zaman, bilirsin: hiçbir utanması, ölçüsü kalmaz. anasıyla yatmayı bile geçirir içinden (oidipus kompleksi): insan, tanrı, hayvan, ne olursa olsun kirletmek ister. dökmeyeceği kan, yemeyeceği halt kalmaz. çılgınlığın, yüzsüzlüğün son kertesine varır kısacası. ama sağlığı, sağduyusu yerinde bir insan düşün. uyumadan önce aklını uyandırsın, güzel duygulara versin kendini. isteklerini ne aç bıraksın, ne de tıka basa doyursun ki, uyusunlar. ne coştursun, ne de küstürsün onları ki, aklını karıştırmasınlar. düşüncesi duyulardan sıyrılıp kendi kendini yoklasın. geçmişte, bugünde, gelecekte akıl erdiremediği şeyleri anlamaya çalışsın. öfkesini de tutmasını bilen bu adam, kimseye çatmış olmadığı için rahat yürekle uyur, içindeki bu iki yanı yatıştırdıktan sonradır ki, ferahlığa ulaşır ve işte ancak o zaman üçüncü yanını, bilgeliği bulur; ancak o zaman gerçeği en iyi görecek duruma gelir; korkunç rüyalara, kâbuslara en az sürüklenir. sözü fazla uzattım bu konuda. kısaca şunu söyleyebiliriz: hepimizin içinde korkunç, hayvanca, dizginsiz birtakım istekler vardır. aklı başında görünen sayılı insanlarda bile rastlanan bu istekler, rüyalarda yüze çıkar.”
müzik ve ölçü rûha ve bedene incelik ve sağlık verir. ancak müzik de, atletizm gibi aşırı giderse, tehlike yaratır. sadece bir atlet kişiliğinde olmak, hemen hemen vahşî bir kişiliğe sahip olmak demektir. sırf müzisyen olmaksa, “iyi’nin ötesinde eriyip yumuşamak” demektir. ikisinin birleştirilmesi gerekir; on altı yaşından sonra kişi sadece müzikle uğraşmayı bırakmalıdır artık, bununla birlikte kamu oyunlarına katılma nasıl devam ediyorsa, koroda şarkı söylemek de ömür boyunca sürmelidir. müzik de salt müzik olmamalıdır. matematik, tarih ve bilimin bazı tatsız tuzsuz yanlarını ilginç kılmak için de kullanılmalıdır; bu güç bilimler gençlere, şiir ölçüsüne uydurularak verilebilir, kolaylaştırılabilir ve şarkıya dönüştürülerek güzelleştirilebilir pekâlâ: ancak böyle de olsa, bu bilimler, yine de karşı duran bir zihne zorlanmamalıdır; belli bir ölçü içinde serbestçilik üstün gelmelidir. “öyleyse aritmetiğe, geometriye ve dialektikten önce gelen bütün bilimlere, daha çocukken başlatmalı ve öğretim, zorla yaptırılan bir işe benzememeli… çünkü özgür insan, hiçbir şeyi köle gibi öğrenmemeli. bedene zorla yaptırılan şeyin ona bir kötülüğü olmasa bile, kafaya zorla sokulan şey akılda kalmaz. öyleyse, mutlu delikanlı, çocuklara zor kullanmayacaksın. eğitimin onlar için bir oyun olmasını sağlayacaksın. böylece, onların yaradılıştan neye elverişli olduklarını da daha iyi anlarsın.”
böyle serbest yetişen zihinlerle, spor ve açık havada yaşamanın sağlamlaştırdığı bedenlerle ideal devletimiz, her imkân ve gelişim için elverişli, geniş, sağlam psikolojik ve fizyolojik bir temel üstüne oturtulmuş olur. ancak, aynı zamanda bir ahlâk temelinin de bulunması gerekir; topluluğun üyeleri bir beden hâline gelmelidir. birbirlerinin üyeleri olduklarını öğrenmelidirler, birbirlerine karşı bazı borçları olduğunu, tatlı davranmak zorunda olduklarını bilmelidirler. insanlar yaradılıştan her şeye el uzatan, kıskanç, kavgacı, şehvet düşkünü yaratıklar olduklarına göre, böyle davranmaları için nasıl inandırılacaklardır? polisin her an başlarına inmek üzere bekleyen sopasıyla mi? bu hem pahalıya mal olan, hem de öfke uyandıran, kaba bir yoldur. daha iyi bir yolu vardır bunun: o da topluluğun mânevî ihtiyaçlarına doğaüstü bir güç bulmaktır. yani, bir dînimiz olması gerekir.
eflâtun’un inancına göre, bir ulus tanrı’ya inanmadıkça güçlü olamaz. insan olmayan bayağı bir kozmik kuvvet ya da ilk neden, ne umut, ne bağlılık, ne de fedakârlık aşılar; dertlinin yüreğine su serpmez, meydan savaşına hazırlanan bir rûha yiğitlik veremez. ama canlı bir tanrı bütün bu işleri yapabilir. kendi çıkarını arayan bireycinin zihnini karıştırır ya da korkutur. açgözlülüğünü dizginlemesine, tutkusunu bir dereceye kadar baskı altında tutmasına sebep olur. tanrı’ya olan bu inanca, insanın birey ölümsüzlüğüne olan inancı eklersek daha iyi olur: başka bir hayat umudu, kendi ölümümüze yılmadan göğüs germemizi ve sevdiklerimizin ölümüne katlanmamızı kolaylaştırır. inançlar kanıtlanmasa da tanrı, sevgi ve umudumuzun kişileşmiş ideali olsa da; rûh, müzik gibi, ona biçim veren gitarla birlikte ölse de, inanmanın kişiye zarar vermeyeceği apaçıktır. kendimize olsun, çocuklarımıza olsun, sonsuz iyilikleri dokunabilir.
çocuklarımızın yalın kafalarına her şeyi anlatmaya ve doğrulamaya kalkışacak olursak, başımıza iş açarız. özellikle yirmi yaşına gelip de, gördükleri eşit eğitim yılları boyunca öğrendikleri şeyleri ilk defa incelemeye ve denemeye başladıkları zaman, oldukça güçlük çekeriz. o zaman yaman bir temizlik işi başlayacaktır. büyük bir eleme de denebilir buna. bu deneme salt bir ders sınavı değildir. hem pratik, hem de teorik olacaktır: “onları zor işlerde, acılarda, savaşlarda deneyeceğiz.” her türlü yetenek kendini gösterecek, her çeşit ahmaklık açığa çıkacaktır. bunda başarı gösteremeyenler, ulusun iktisadî işlerine bakacaklardır. işadamları, memurlar, fabrika işçileri ve çiftçiler bunlar olacaktır. bu sınav tarafsız yapılacak, kişi kayırılmayacaktır. kişinin filozof ya da çiftçi seçilmesi, tekelci fırsatçılık ya da akraba kayırma yoluyla olmayacaktır, seçim demokrasiden daha demokratik olacaktır.
bu ilk sınavda başarı gösterenler, on yıl daha, beden, zihin ve karakter eğitimi göreceklerdir. derken daha çetin bir ikinci sınav geçireceklerdir. bu sınavda kalanlar, ikinci derecede memur ya da yüksek memur yardımcıları ve subaylar olacaklardır. bu büyük eleme işinde elenenleri, alın yazılarına katlanmaları için incelikle, patırtısız, gürültüsüz inandırmak üzere her türlü kaynağa baş vurmak gerekecektir. yoksa, birinci sınavda seçilmeyen o büyük çoğunluğun ve oldukça daha az sayıda, ama daha güçlü ve yetenekli olan ikinci elemeyi geçiren topluluğun, silâhlara sarılıp ideal devletimizi yıkıp yakmasını nasıl önleriz?
burada din ve inanç tek kurtuluş yolumuz olacaktır. bu kişilere, içinde bulunduğumuz sınıfı belirleyen tanrı buyruğudur, kurtuluş yoktur bundan – ağlamak sızlamak boşunadır, diyeceğiz. onlara madenlerin masalını anlatacağız:
“bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim ki, birbirinizin kardeşisiniz. ama sizi yaratan tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. onlar bunun için baş tâcı olurlar. yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. aramızda bir hamur birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da her hâlde size benzeyecektir. ama arada bir, altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. bunun için tanrı, her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu, dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa, hiç acımayıp onları hamurlarına uygun işlere koyacak, çiftçi ya da işçi yapacak. çiftçi ve işçi çocukları arasından, mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek. çünkü, mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün, şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur.”
bu birbirini izleyen seçim dalgalarının üzerine çıkan mutlu azınlık ne olacak peki?
onlar felsefe öğrenecekler. otuz yaşına gelmişlerdir; “acele etmemek gerekir, dialektiğin tadına vardılar mi bir kere, aşırı giderler, bir oyun hâline getirirler onu, birbirlerine karşı çıkarlar durmadan. birbirlerini akıl oyunlarıyle çekiştirip didiklemekten, köpek yavruları gibi zevk alırlar.” bu tat, bu felsefe başlıca iki şeyi ortaya koyar: bir; duru düşünmeyi, ki bu metafizik demektir; bir de yönetmeyi, ki bu da politika demektir. böylece, genç seçkin topluluğun, önce duru düşünmeyi öğrenmesi gerekecektir. bunun için de idea’lar (fikirler) öğretisini öğreneceklerdir.
eflâtun’un hayâl gücü, şiiriyle güzelleşen ve anlamı zorlaşan bu ünlü idea’lar (fikirler) öğretisi, çağdaş öğrenci için çözümü çetin bir bilmece olmuştur âdeta. bir nesne idea’sı o nesnenin ait olduğu sınıfın “genel idea’sı” olabilir (ahmet, mehmet, hasan, hüseyin’in ideası insandır.) ya da o nesnenin eylem durumunda uymak zorunda kaldığı yasa ve yasalar olabilir. (ahmet ideası, bütün davranışının “doğal yasalara” indirgenmesi olabilir.) ya da o nesnenin ve sınıfın yöneleceği tam amaç ve ideal olabilir. (ahmet ideası, ideal devletteki ahmet’tir.) idea, bütün bunların hepsini, fikri, yasayı ve ideali ifâde eder. duyularımızın karşısına çıkan bu yüzeysel olaylar ve ayrıntılar ardında, duyunun algılamadığı, ama akıl ve zihin tarafından kavranan genellemeler, düzenler ve gelişim yönleri vardır. bu fikirler, yasalar ve idealler, sâyesinde kavradığımız ve düşünerek çıkardığımız, duyularca algılanan belli birtakım şeylerden daha kalıcıdır. şu daire, kalemimin hareketiyle doğuyor ve silgimin silmesiyle yok oluyor. ama daire kavramı sonsuzca kalıyor. şu ağaç ayakta duruyor, öteki devriliyor; ama hangi cisimlerin ne zaman, nasıl düşeceğini belirten yasaların başlangıcı yoktur, şu anda vardır, daima olacaktır, sonsuza kadar…
eflâtun’a göre, tanrı ile nesnelerin yapısı ve işleyişini düzenleyen evrensel yasalar tek ve aynı gerçektir. bertrand russel için olduğu gibi, eflâtun için de matematik, felsefenin kaçınılmaz bir önezgisi ve en yüksek biçimidir. akademisinin kapısı üstüne eflâtun şu sözleri yazdırmıştı:
“geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.”
bu idea’lar, yani genellemeler, matematik düzenler ve idealler olmadan, dünya bize, hayata gözünü ilk açan çocuk örneği sınıflandırılmamış ve anlamsız bir duyu parçaları yığını gibi gelir. çünkü nesnelere anlam vermek onları sınıflandırarak, genelleştirerek, varlıklarının yasalarını ve eylemlerini, amaç ve hedeflerini bularak olur. idea’sız bir dünya, sınıflarına, sıralarına ve konularına göre dizilmiş kitaplar değil de, raflardan düşüp ortalığa saçılmış bir kitap yığını olurdu. bu nedenle, yüksek bir eğitimin temeli, idea’ların araştırılmasına: genellemeleri, sıra izleme yasalarını ve gelişim ideallerini bulmaya dayanacaktır. nesnelerin ötesindeki ilişkilerini, anlamlarını ve yasalarını, bunların uğrunda çalıştıkları ya da kapalı olarak ifâde ettikleri görev ve idealleri açığa çıkarmak gerekir.
bu belirsiz idea’lar öğretisine, duyuların bu karmaşıklık içindeki anlamlı biçimlerini, nedensellik sıralarını ve ideal güçlerini algılama sanatına, bu ülkeyi insanların davranışına ve devletlerin yönetimine uygulayacak düzeye, çocukluktan gençliğe, derken otuz beş yaş olgunluğuna eriştiren uzun bir hazırlıktan sonra ulaşılır. bu kişiler, artık krallık sembolü kırmızı cüppeyi bürünmeye ve kamu hayatının en yüksek görevlerini üzerlerine almaya hazırdırlar. ve insan soyunu yönetecek, onu rahatlığa kavuşturacak ‘filozof krallar’ elbetteki bunlar olacaktır işte.
ama ne yazık ki, henüz olamamışlardır. eğitimleri bitmemiştir. çünkü ne de olsa bu kuramsal bir eğitim olmuştur; başka bir şey daha gerektir: şimdi bu felsefe mezûnları, felsefenin yükseklerinden insanlar ve nesneler dünyasının “mağara”sına ineceklerdir. bu genelleme ve soyutlamalar, somut dünya tarafından denenmedikçe boşunadır. öğrencilerimiz hiçbir şekilde kayırılmadan bu dünyaya inecekler, işadamlarıyla, duygularının tutsağı olmayan ve eline geçirdiklerini bırakmayan bireycilerle, kol gücüne sahip ya da kurnaz kişilerle yarışacaklardır. bu mücadele pazarında hayat kitabının kendini okuyacak, dünyanın çıplak gerçekleriyle hırpalanacak, ekmeklerini alınlarının teriyle kazanacaklardır. bu son ve en çetin sınav, on beş yıl amansızca sürüp gidecektir. bazıları zora dayanamayarak, o büyük son eleme dalgası altında kalacaklardır. yara bere izi içinde ellisine ulaşmış, durulmuş, kendine güvenen, hayat tarafından amansızca törpülenerek kendini beğenmişlikten kurtulmuş; gelenek, deney, kültür ve mücadelenin el ele verip sağladığı bilgelikle donanmış bu adamlar, artık kendiliğinden devlet yöneticileri olacaklardır.