"içerikler" isimli 7 bölümden oluşan şöyle bir şiir yazmış:
i
ilk dizesi olmayan bu şiir
öncesiz bir dala benzeyecektir
nasıl ki başlangıcı yoksa yolculukların
sonu da yoksa
ağaçsız bir dal gibiyse her yolculuk.
sevda, acı, mutluluk
onlar da
zamanla bir başlarına kalacak hepsi
öncesiz ve sonrasız
içi boş odalar gibi.
anımsa istersen yıllar sonra
yaşamdan onca yorulup
ne çıkar, söz gelimi bir öğle vakti.
ii
konuşuyoruz desem konuşmuyoruz da
ayrı ayrı şeyler düşünüyoruz üstelik
birbirimize bakarak
ne seviyoruz ne de sevmiyoruz birbirimizi
ne varız ne de yokuz gerçekte
iki lamba gibiyiz, iki ayrı yerinden
aydınlatan odayı
değilsek de yakın birbirimize
uzak da sayılmayız büsbütün
gökyüzünde iki uçurtma başıboş
yan yanayızdır sadece
her çiçek bir çoğulluktur gününe göre
yalnızlık bir çoğulluktur
sanırım bir giz de yok bu beraberlikte.
iii
kötü bu, susmuştuk, şimşirler hışırdadı
yapıştı suskunluklarımız birbirine
bir o konuştu yalnız – yine o –
en gencimiz belki de
dalarak uzaklara, çok uzaklara
insan: mavinin içindeki düşünce!
topladık meyveyi biz – topladıktı kendi kendimizi ağacımızdan –
soyduktu kabuğunu, kırdıktı çekirdeğini çok
bilinmez olan ne?
anımsanmasıydı sanki herhangi bir olayın
hızlandıkça adımlarımız
yağmurda, yolun üstünde.
iv
şurada şurada
ıslak palmiyelerin altında
yağmurdan ıslanmış palmiyelerin altında
yağmurdan yağmurdan yağmurdan
ıslanmış ıslanmış ıslanmış
palmiyelerin
altında.
güneş kurutuyor onları
yağmurdan ıslanmış palmiyeleri kurutuyor güneş
palmiyelerin altında
ne vardı palmiyelerin altında
ne vardı, ne yoktu, ne olmalı
altında palmiyelerin.
taş kesilmiş taş
duruyor kıpırtısız
bir çakıl kadar sade
o işte, o avuntusuz vakit.
v
venüs ve turunç! doğuyordu bizden, içimizden,
kara güneşi akşamın
böyle bağırdı biri. eski hüzünler kazılardan çıkarılmış heykellerdir
tanrılardır, mezar yazıtlarıdır – yaşamazlar, andırırlar sadece –
diye ekledi sonra. hüzün özüne sinmiştir evrenin
bu eğim, bu bükülüş, bu yükselti, bu derinlik?
belliydi, sürdürsün istiyordu konuşmayı.
batınca güneş herkes birbirine baktı -nedense-
özgün bir şeyler söyledi çoğu
o sustu yalnız, şiire inanmadığı için değil
mozaikten bir tasvir gibi birleşti, parçalandı
yaratılmak istiyordu yaratırken.
kim? ne zaman? hangi ülkede yaşamış?
bilen yok, hepsi o kadar
toparlanıyorduk, susmuştu ağustos böcekleri de.
vi
yüzüne bir haç çizdi, külden ve kireçten bir haç
acıdan, menekşeden
oturdu çeşmenin taşına, su içti
susmamı söyledi yakınarak -ilk o görmüştü anlaşılan-
bak dedi - usulca - deniz dalgaların üstünde
göğün eğrisindeyse bir alev çanı
görüyor musun?
gördüm, bir gidip bir geliyordu yüzünde
acıdan menekşeye
kireçten küle.
dokunsam, duysam, yaratsam, diyordum ben de
ve sunsam ona, denizin sunuşu gibi kendini dalgalara.
ona, yalnızca ona
beni bir deniz kabuğundan daha ayrıntılı yapana.
vii
ne olmuş kıyıda gördüğü yengeç - ilk bunu sordu -
dumanlar içindeymiş o gün kasaba
kimmiş vurulan ormanda, kayın ağacının altında?
halatı kopan gemi - neredeymiş şimdi -
yıkılan otel - hadi neyse - ya boşluğuna alışamayan karanlık
- az kalsın unutacakmış - neredeydi sahi?
odasındaki yuvarlak masa
konsol, konsolun üstündeki lamba?
- bir değil, iki lamba, eskimiş süt rengindeki -
ve sırayla musluk, lastik hortum, bahçe?
mezarlık, taş köprü.
yüzüme baktı uzun uzuan
“hiç değişmemişsin” dedi yavaşça
“bazı eşyalar anıdır” - bunu bilmezdim -
“bazı anılar eşya”
yaşlanmış bir düş gibiydi, yürüdü gitti.
geçti mezarlığı, oteli, taş köprüyü
yitecekti gözden tam
bir silah patladı ormanda - kimmiş vurulan ormanda -
öldü düş.