soğuk ve uzak laboratuvarlarda vazgeçtim çocuk olmaktan,
ve diseksiyon tepsimde bir bardak kahveydi babam.
ben seninle bir gün otoklav fırınından çıkmış sıcak poğaça yeme ihtimalini sevdim.
ilkokulun bakteri kültürü kokan agar lekeli yıllarında,
ankarada karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman
özlemeye başladım herkesi...
ve bu hasret öyle uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra..
bizim stanley-miller larımız vardı.
bir de deney tüplerine etiket yazma imkanı... alg kültürü kokan arkaşlarla paylaşılan kahverengi sıralarda, biyologluk oynamaya başladık...
ben uzman oluyordum, sen arş. gör. * geri kalanlar öğrenci... kristal viyole ile umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara ve dünya bilim kongresine inat bir latinceyle...
abilerimizden öğrendik o harfinden hücre çizmeyi...
ankaraya usul usul karbonmonoksit yağıyordu...
ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu national geographic.
oysa laboratuvarda hiç sevişmedim ben. bilim ve teknik te tartışılan aşkım olmadı hiç benim.
sınıfça gidilen caretta kamplarında kıçımıza batan platonik echinoideaları saymazsak.
ankaraya usul usul pb yağıyordu...
ve belli bir saatten sonra kurbağa kesmemeyi öneriyordu bilim dergileri.
oysa hiç pb yaram olmadı benim
ve hiç bir makalede geçmedi adım.
deneylerin ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece.
sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde, sen yoktun. *
ben senin benim gen haritamı sevebilme ihtimalini seviyordum, suni teneffüs saatlerinde
okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu.
ben, senin benimle sıcak yatağımızda eşey kromozomlarımızı paylaşma ihtimalini seviyordum.
ben senin benim gen haritamı sevebilme ihtimalini seviyordum.
yılmaz erdoğan abimize selamlar, sil desin silerim.