bir kadın tanırdım yıllar önce. telefonla görüşürdük. yüzünü görmedim hiç. gecenin bir yarısı arardı beni. ve sorular sorardı. "hayat" derdi. "bilmiyorum" derdim. "aşk" derdi. "bilmiyorum" derdim. "seks" derdi. "bilmiyorum" derdim. ahizeyi sinirli bir şekilde kapardı.
bir kadın tanırdım yıllar önce. geçmişi mutsuzluklarla süslü. asil bir kadın. aynanın karşısında saatlerce saçlarını tararken hayal ettiğim bir kadın. arardı beni. güneş doğmaya yüz tuttuğu zaman dilimlerinde. ben telefonu bilerek uykulu bir ses tonuyla açardım. o benim uyuduğumu sansın diye. oysa o gecelerde uyumazdım ben. yat borusu sabah ezanıyken kafa tutardım zihnime. kafa tutardım tanrı'ya: bedenim üzerinde oynanan son oyun uyku olduğu için yenmek isterdim tanrı'yı. açardım telefonu. karşıdaki sorardı:
"ölüm" derdi. "korkmana gerek yok" derdim. "ölüm; hayat kadar canını acıtmaz tatlım." küt diye kapanırdı ahize. aradan beş dakika geçmeden tekrar çalardı telefon. aynı kadın bağırırdı. "bileklerimi kestim." fısıldardım ben de; "benimkileri de kessene."
duymazdı son cümlemi. beyaz küvetteki baygın halini hayal ederdim.
bir kadın tanırdım yıllar önce. ergenliğe yeni geçiş yaptığım o yüksek libidolu dönemlerde. ne zaman ve nasıl tanıştığımı anımsayamadığım bir kadın. hastane odalarından arardı beni. psikolojik desteğin sağlandığı kliniklerden. hep sorardı. ben ise hep cevaplardım.
galiba o kişinin tanrı'sı bendim. tanrı'dan istemesi gereken şeyleri de benden isterdi. "mutluluk" dedi bir gece yarısı. "uzak" dedim. "ne kadar?" dedi. "çok" dedim.
yüzüme kapanan telefonlara alışık olduğum için, ahizenin buz gibi zeminle öpüşme sesini bekledim. kapanmadı ahize. nefes alışverişi dinledim o kadının. sabaha kadar hem de. uyuyor numarası çekerek.
aradan yıllar geçti sonra. bir kız tanıdım bu kez. annesinin mutsuzlukları kendinin alın yazısı olan bir kız. insanlar çok kötü, kimseye güvenme, hayat berbat diye diye yetiştirilmiş bir kız. aşık olmak istedim kendisine. her fırsatta beni kendi geçmişiyle yargılayıp da asan o kızla tanışmıştım. o kız aslında evrende varolan tüm dişilerin bana düşen temsilcisiydi.
tabi ki o kişi misyonundan habersizdi. diğer tüm insanlığın misyonundan habersiz olması gibi.
sevgi istiyordu. saygı bekliyordu. ilgi görmekti amacı. ama bilmiyordu. sevgiyle büyütülmeyen bir beden asla bilemez sevginin ne olduğunu. ben bilmiyordum mesela. hiç de bilemedim.
saygı konusu da öyle. aynı evde uyanıp da birbirine günaydın demeyen insanlar hayal edin bir kereliğine. aynı yatağı paylaşıp da eşine günaydın demeyen başka bir eş!
ve bu insanların sevginin erdem olduğu işlerde çalışmasını hayal edin. öğretmen olduklarını. psikolog olduklarını.
"acılar miras değildir" derdim o genç kıza. o ise kızardı bana. ve eklerdi; "gelecek, geçmişin günahlarına gebedir."
ben de kendisine karşılık verirdim. "geleceğimin rahmini aldırdım. tüm insanlık rahatlıkla içine boşalsın" diye.
kaçırırdı gözlerini. gerçek olmamdan ürkerdi. insanlar bir şeylerin gerçek olmasından ürkerler çünkü. örneğin, dualarının kabul olmasından korkarlar. o yüzden bir şeyi her gün istemezler. bir kaç kez isteyip vazgeçerler. ben gerçektim ama.
belki tanrı dahi yalandı. ama ben gerçektim. acılarım miras değildi hiç kimseye. ben miras değildim. geçmişimi bir eskicinin işporta arabasına yükleyeli çok olmuştu.
oysa insanlık, hala ve hala acılarını miras olarak devrediyordu çocuklarına.
ben ise varlığımı bir müzayede de açık artırmaya sunmuştum. artıran yoktu.