büyük bir dolunay beyaz ışığını yolumuzun üzerine seriyordu. sessiz bir yolumuz vardı ürkütücü bir sessizlikle doluydu her yer. ağaçların arasından da geçiyorduk tepelerden de. sürekli değişiyordu geçtiğimiz bu yerler.
nereye gittiğimizi bilmeden sığınabileceğimiz durabileceğimiz neresi varsa bakınıyorduk. o yorulduğunda omzuma alıyordum. babalar çocuklarını alır ya omuzlarına ben de onu öyle alıyordum. neşesi yerindeydi geçtiğimiz yollara rağmen. seslerimiz aydınlatıyordu geçtiğimiz yerleri.
ikimizde birbirimize kaçmıştık aslında. yaşadığımız her şey bizi buraya sürüklemişti. ve yollarımızın adımlarımızın silineceğini bile bile çıkmıştık bu serüvene. sevgili miydik değildik. birbirine sığınmış birbirini sevmiş güvenmiş iki deli iki kaçık iki yaramaz çocuktuk biz.
belki onun duru güzelliği beni ona aşık etmiş olabilir ama onu bu bilmiyor. deli miyim diye düşünüyorum kendi kendime konuşurken böylesine. olsam da sorun etmezdim galiba. yağmur yine başladı o sevse de ben montumu üzerine geçiriyordum hemen. o güçlü sansa da kendini narin bir kızdı. üşümüştü de söylemese de.
başı omzuma dayalıyken karnım acıktı deyince bir an tepkim 'ne' oldu. şaşırdığımdan değil burada yemeği nereden bulacağımızı bilmediğimden. bunu anlamış olacak ki çantamı versen dedi ve içinden kendi elleriyle yaptıklarını çıkardı.
yakında ufak derin olmayan bir mağara gördük hem biraz duracağımız bir yer hem de yemeği yiyebileceğimiz bir yer bulmuştuk. soğuğu yağmuru sevse de korktuğu bir şey vardı. çakan şimşekler ve düşen yıldırımlar. onun sesleri korkutuyordu. ve tam mağaranın girişinde duyulunca bu kuvvetlice ses, korkusunu bana sıkıca tutunup başını göğsüme yaslayarak belli etmişti.
saçlarını okşayınca yavaş yavaş korkusu geçip kendine gelmişti. ona yatacağı bir yer yaptıktan sonra yemek için oturuyorduk. ne bir ateş vardı ne de bir ses. insanların hayvanların olmadığı bir yerdi sanki. sadece yağmurun ve şimşeklerin sesi vardı.