ilk insan, soğumuş lav kayalarının üstüne çıkıp çevresine bakınca, kendisine göre
değerlendirdiği iki şey gördü: kendisinden aşağıda olanlar, kendisinden yukarda olanlar... kendisinden aşağıda
olanlara aldırmadı ama, kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. uçsuz bucaksız bir doğanın ortasında ne
kadar yalnızdı. gökler gürlüyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp
parçalıyorlardı. kendisinden yukarda olanların en üstünde gök vardı. artık, yüzyıllar boyunca korkacaktı bu
gökten, saygı duyacaktı bu göğe. öylesine bir korku, öylesine bir saygıydı ki bu, gelecek kuşakların en akıllıları
bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardı. milyonlarca yıl yücelik, tanılık, güçlülük ölçüsünü mavi ellerinde
tutacaktı, gök. gök, ona bağırıyor, parmağını sallıyor; onu boğmak için sağanaklarını, onu yakmak için
yıldırımlarını gönderiyordu. ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa belki kendisini korurdu da.
işte bütün bu korkunun felsefi tanımın farkında olan voltaire günün birinde şöyle bir laf etti.
tanrı olmasaydı dahi onu yaratmak zorunda kalacaktı insan.
korku sığınmayı, hüküm etmeyi, yaşamı sürdürmeyi, öldürmeyi, kazanmayı, kaybetmeyi getirir.
sanırım uzunca bu konuda laf etmeden sizlere daha önce yazdığım şu başlığa yönlendirsem daha anlaşılır olacağım.
ister içine konulsun isterse de instinct olsun bu korku insanın en vazgeçilmeziydi.
aklın önemini insanoğlu için açıklama gerek yok fakat korkuyla çalışan bir aklın gücü üzerine düşünmeniz sanırım sizlere bu kelimenin ne denli bir önemli şey olduğunu gösterir.
fakat korku denen duyguyu insanda formalaştıran veya oluşturan şey aklın ta kendisidir.
hatta ne kadar enteresandır ki çocuklarda 3 yaşına korku olmaması sebebiyle yılan boğan devri deniyor.
şunu da eklemeden edemeyeceğim. korku ve akıl ikilisinin yanına kesinlikle nefis denen duygunuda eklemek gerekiyor.
insanlığının uygarlığı - vahşiliği sırf bu üçü sebebiyle değil mi?