ilk sebep mideye indirilecek mahsulun korunması ihtiyacıdır. bildiğiniz üzere başağından ayrılan tahıllar; arpa, buğday, yulaf, vb. muhafazası pek kolay değildir. kokuşması, bitlenmesi en fazla 2-3 yıl içinde olur. ezilerek elde edilen kepekli un hali ise daha uzun süre boyunca saklanabilir; kokuşması, bitlenmesi söz konusu değildir. sadece uzun yıllarca kullanılmazsa tadında acılık olabilir. o zaman böyle doğadan korunma tekniklerinin olmadığı da açıktır.
ikincisi yukarıda saydığımız tahılların kılçıktan ayrıldıktan sonra dokuları kuru olur ve sert yapıya sahiptirler. sadece bahar aylarının sonunda hasat yapılırsa yumuşak tanelerle karşılaşmak mümkün olabilir. bu taneler de kısa süre içinde tüketilmezse -ki bir tarla buğdayın 3 günde tüketilmesi mümkün ve mantıklı değil, kışın ne yiyecek bu insanlar- kuruyarak cansız ve verimsiz taneler oluşturacaktır. bunu deneyip gören insanoğlu normal olarak hasat mevsiminde biçer ekinlerini, tanelerin en dolgun haline ulaşmıştır. ee bu taneler serttir nasıl yiyecektir? ya suyla ıslatıp yumuşatabiliriz ya da kıracağız, başka seçenek var mı? ateşte közleyebilirsin, kömür niyetine... tadı kötü be.
diğer bir sebep tat arayışıdır. insan aynı zamanda meraklıdır. devamlı suda ıslatıp yediği bulamaç onu tatmin etmemektedir, her gün aynı lapa yenir mi? eski devrin çılgın şefi bir gün de yulafı kırıp yiyelim der, un şeklinde servis eder. toz yemek pek güzel değildir. başka bir gün tozu ıslatır, çamur gibi şey de pek sevilmez. üçünçü bir gün dur lan şu ıslattığımı ateşe atayım der ve ekmeği icat etmiştir.
sonuç: işte bunlar hep açlık, merak, tesadüf, tat arayışı, doğanın zoru...