Büyük, bahçeli, ahşap bir evde yaşardık çocukken. Bir sürü meyve ağacı vardı bahçede. En çok incir ağacımız vardı. 7 taneydi. Bir tanesi benim ağacımdı. Ben benim ilan etmiştim. Benim için en güzel, en kullanışlı ağaç oydu. Oturulacak bir sürü dalı vardı. Çok incir verirdi. Patlıcan inciriydi. Hem de yolun kenarında idi.
Tepesine çıkar incirimi yer, yoldan geçenleri seyrederdim. Eğer sessiz ve hareketsiz durursam kimse fark etmezdi orada olduğumu.
Meyve olsun olmasın ilkbahardan sonra hep tepesinde olurdum. Sonbaharda yaprakları sararmaya başladığı zamanlarda -uzanabildigim yere kadar- sararan yapraklarını temizlerdim. Yazın kavurucu sıcaklarından etkilenmesin diye bazen sabah serinliğinde sulardım.
O zamanlar kalabalık bir aile olduğumuzdan yalnız kalma ihtiyacımı, çoğunlukla ağaçlarda karşılardım.
Canımın istediği kadar incir yer, bazen evdekilere de incir toplardım. Öyle birkaç tane değil, teneke teneke toplardım.
Hiç canım sıkılmazdı.
Sonra deprem oldu, evimiz yıkıldı. Bahçeye önce çadır, daha sonra baraka kuruldu. Birçok ağaç ile birlikte incir ağacım da kökten kesildi. Kesilmiş daha doğrusu. Öğrendiğimde içim sızladı sadece. Bir şey diyemedim.
Daha sonra bahçemiz satıldı. Bir apartman dairesine taşındık. Büyüdük...
Maalesef...
Şimdi ağaçlara uzaktan bakıyorum. inciri de pazarda görüyorum. Çocukken olduğu gibi canım istiyor bir-iki kilo alıyorum. O kadar tatsız tuzsuz geliyor ki boğazıma diziliyor.
Hâlâ içim sızlıyor...