Ebû Hureyre (r.a.), çok hadîs rivayet ettiği için kendisine yöneltilen tenkitlere genellikle şu cevabı vermiştir:
“Bazı kimseler: ‘Ebû Hureyre çok (hadîs rivayet) ediyor’ deyip duruyorlar. Hâlbuki Ensar kardeşlerimiz tarlalarında ziraatla, muhâcir kardeşlerimiz de pazarda ticaretle meşgul olurken, (bu kardeşiniz) karın tokluğuna Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet ediyor, onların görmediklerini görüyor, duymadıklarını duyuyordu.” (Buhârî, i’tisâm 22; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 159-60)
“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’ndaki şu iki âyet olmasaydı, size hiçbir şey rivayet etmezdim.” (Buhârî, ilim 43; Hars 21; ibn Hanbel, 2/240) demiş ve şu âyetleri okumuştur:
“Gerçekten indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yolu, Kitap’ta insanlara açıkça gösterdikten sonra gizleyenler var ya, onlara hem Allah lânet eder, hem de lânetçiler lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar müstesnadır; zira ben onların tövbelerini kabul ederim. Tövbeleri en çok kabul edici ve günahları en çok bağışlayıcı benim.” (Bakara sûresi, 2/159-160)
Ashabın güzide simalarından Hz. Talha da Ebû Hureyre’ye (r.a.) hakkını teslim etmiştir. Kendisine neden onun kadar çok hadîs rivâyet etmediği sorulduğunda şöyle demiştir:
“Allah’a yemin olsun ki, onun, bizim Peygamber’den (s.a.s.) duymadıklarımızı duyduğundan asla şüphe etmem. Gerçek şu ki, bizler varlıklı kimselerdik; evimiz barkımız vardı. Peygamber’in (s.a.s.) yanına ancak sabah ya da akşamleyin gidebiliyorduk. Oysa Ebû Hureyre, hiçbir şeyi olmayan fakir bir insandı. Kendisi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) misafiri olarak Suffa’da kalır ve yanından hiç ayrılmazdı.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, 6/133; Tirmizî, Menâkıb 47)
Görülüyor ki, Ebû Hureyre (r.a.), arkadaşlarının çok hadîs rivayet ettiği şeklindeki tenkitlerine kendinden son derece emin cevaplar vermiş, onlar da bu cevaplara tekrar itirazda bulunmamışlar ve onun bu konudaki üstünlüğünü ve haklılığını itiraf etmişlerdir. Her şeyden önce sahabe arasında cereyan eden bu hâdiseler bize, Allah Resûlü (s.a.s)’ın ashab-ı kirama emanet ettiği bu mukaddes mirasın, kılı kırk yararcasına itinalı bir şekilde ve liyakatli eller vasıtasıyla âdeta nazenin bir çiçek gibi nasıl korunduğunu ve sonraki nesillere nasıl ulaştırıldığını göstermektedir. Bu kutsal mirasa en küçük bir leke dahi bulaşmasına onların gönülleri razı değildi. Onlar her türlü fedakârlığa katlanabilirler ve sevdikleri her şeyden vazgeçebilirlerdi, lâkin üstlendikleri bu yüce misyonu en layıkıyla yerine getirme konusunda asla taviz vermezlerdi. Esasen onlar arasında yaşandığına işaret edilen söz konusu itirazlar ve tahkik çabaları, onların mesuliyetlerinin idrakinde olduklarını göstermektedir.