Bu sanırım en çok insanın sevdiği işi yapmasıyla ya da yaptığı işi sevmesiyle alakalı bir durum.
Sosyoloji tarihçileri rönesans ve reform hareketleri gibi avrupa aydınlanmasının altında yatan en büyük gücün bu olduğunu söyler. Yani tüm kilise baskısı, skolastisizme, kast sistemine kısaca her şeye rağmen en azından belli bir kesim insanın sevdiği işi yapabiliyor olmasına, sanata ve bilime ulaşabiliyor olmasına...
usta çırak ilişkisine dayalı bir sistemle insanların belli bir takım zanaat ve mesleki eğitime ulaşabiliyor olması zaten bizim topraklarımızda da bilinen bir kavram.
Fakat bu asla toplumsal değerler sonucu kişiye dayatılan, yapılabilesi en iyi iş olduğuna inandırılan iş/meslek olmamalı. kişi bu anlamda kendini tanımalı ve ne yapmak istediğini belirleyebilmeli. insanlara dokunmayı sevmeyen doktorlar, gürültüye tahammül edemeyen öğretmenler veya metrolarda gitar çalma, şiir yazma arzusuyla yanıp tutuşan mühendisler, bankacıların yaşadığı toplumların bireylerinin ne kendilerine ne de içinde bulundukları topluma gerçek anlamda bir faydaları olamaz.
Araştırmalar da gösterir ki; yapılan işin seviliyor olması kişinin üretkenliğini kesinlikle arttırıyor. en güçlü motivasyon kişinin içinden gelen motivasyondur. Üretebilen insan kendini gerçekleştirebilen insandır. Ve kendini gerçekleştiren insan hayatın anlamını bulamasa da sorgulayabilen insandır fikrimce.