şehir: chisinau.
tarih: mart, 2001.
yer : kent pazarı.
bizim semt pazarlarımızı çok da andıran, terlikten maydanoza kadar her şeyin bulunabileceği kent pazarında arkadaşımla dolaşıyoruz, soğuk ve hafiften karın sepelendiği bir pazar sabahı.
moldovalı pazarcı ile ıvır-zıvır bir şeyin fiyatı için çat-pat ruscamızla anlaşmaya çalışırken, başında; beyaz bir yemeninin üzerine siyah bir şal atmış, büyük suratlı, büyük burunlu yaşlı bir kadın, kırış kırış olmuş yüzünü gülümseterek yanaştı;
- siz türksünüz?
- evet!
- evet!
dedik. o da bozuk bir türkçe ile;
- ben ermeniyim...
diye yanıt verdi.
anlatması güç lakin, hoş hisler kaplamıştı içimizi. bir yandan, yabancı bir ülkede ve bir ermeni ile yanyana olmanın tarihe dayalı korkusu diğer taraftan, gülüşünden başına taktığı yazmasına kadar onu bizden hissetmenin güzelliği.
pazarcı ile anlaşmamıza yardımcı olduktan sonra bizimle birlikte yürümeye devam etti.
- babam, harputluymuş benim.
- ben ankaralıyım...
- ben de istanbul...
aslında fazlaca önem taşımayan ancak, aramızdaki yakınlığı artırıcı ve içten konuşmalar devam ederken istemsiz, oturduğumuz evin önüne geldiğimizi ve onu da sürüklediğimizi fark ettik.
- bizim evimiz burası...
- evet! 47'de oturuyoruz, gelin! bir türk kahvesi armağan edelim size.
- başka zaman...
ayrıldık. aradan belki de bir hafta geçmemişti ki, akşam vakti kapı çalındı. karşımızda o vardı. elindeki, sağı solu ezik-büzük, islenmiş çorba tenceresini bize uzatıyordu.
- bunu size getirdim, dolma var seversiniz...
- hoş geldin! teyze... gel içeri, lütfen!
- rahatsızlık veririm.
- ne demek! gel hadi...
geldi. oturduk, zor olsa da anlaşabiliyorduk. söylenen her cümle, onun bizimle aynı kültürü, aynı duyguları ve aynı kalbi taşımakta olduğunu gösteriyordu, yalanlarla yazılan tarihin yalancılığını, yüzüne vururcasına...
arkadaşım, boşalttığı tencereyi mutfakta yıkayıp içerisine, türkiye'den getirdiği lokum ve cevizleri koymuş;
- bizde adettir. dolu gelen tencere boş gönderilmez.
dedi. gözleri parıldayan teyze önce merdivene doğru bir adım attı sonra tekrar bize dönerek;
- harput nasıl bir yer?
diye ayaküstü soruverdi. bilmediğimiz bir yer olmasına rağmen;