çaresizliktir,
içinden çıkılması için birine ihtiyaç duymanızın çaresizliğidir yetememek.
etrafındaki insanları bırakıp kendine bile yetememe duygusudur, sadece seni anlayan, seni tanıyan yalnızlık olur, etrafında olup biten keşmekeşi gözlersin sadece.
alper atalan çok güzel anlatmıştır "çok kısa bişi anlatıcam" kitabında bunu;
"Bahar sanırsın baharı. Naftalinsiz hırkanın altından kısa kolluyla çağırır kırağı bulanmış toprağın kokusu, araba kaportalarına kemik ısıtmaya çıkmış kedi enikleri gerinir yaz çeyreği güneşe, yırtık perdenin savurduğu yüklü dallar vurur prematüre açmış erik çiçeğine. Vaktindedir kısa kollu. Vaktindedir kedi. Vaktindedir erik. Ama kıpır kıpırdır bahar, turfanda bir ayrılık kadar. Çağla badem kadar. Giremezsin eve, kapının önü tutulmuş. Bir ergen çift, ayrılmaya
karar verememiş de şehrin en büyük sevda muhasebesini senin apartmanının kapısı önüne yığmışçasına. Ayıramazsın ayaklarınla ayrılığı. Dönersin yine bakkala. Elinde biraz önce aldığın ekmek. Sucuk tavada, yumurtalar kırılmadan torbada, kuru dört zeytin tanesi yarı limonla tazelenmeyi beklerken. Bahane lazım. Yüreklerindeki son köze çaresizce üfleyen çifte zaman yaratmak. Kapı eşiğine el ele dertop olmuş, “Bir şey söyle, tek bir şey söyle gitmiyim!” diyerek
birbirlerinin gözlerindeki inci tanelerine parmak uçlarıyla dokunanlara tehir yaratmak. Hepsi lazım. Belki gazete. Belki sabahın körüne patlamış mısır. Onu da bakkalın raflarından bulmak lazım. Bakkalın “Ne o? Gene ne unuttun da döndün?” alay sorgusuna da meal vermemek için belki bir sokak daha lazım. Terlikleri süre süre, naftalinsiz hırkaya sarıla sarıla, geç kalmış bahara suskun bir kuytu lazım. O sokağın başında, eski evin bahçesindeki kameriyenin altında
eski bir ayrılık. Aslında hatırlamamak lazım.
– Elimi bırakır mısın lütfen!
– Bırakmam. Şimdi bırakırsam, bir daha tutamam.
– Neden uzatıyosun anlamıyorum? Konuşalım diyosun, konuşuyoruz. Buluşalım diyosun buluşuyoruz. Belli ki bitti yani. Neden anlamıyosun?
– Geliyosun ama buluşmaya.
– Gelicem tabii. Ben senle arkadaş kalmak istiyorum o yüzden.
– Arkadaş diil. Arkadaş deme. Ben seni hâlâ...
– Lütfen sus! Lütfen sus! O kelimeyi söyleme. Zorlaştırıyosun bak her şeyi. Bitti diyelim bitsin ya. Bu kadar mı zor yani?
– Zor.
Anıların içinde ayrılığın rengi karardıkça, o son sözler, son görüntüler nakış nakış hafızadan söküldükçe, hatta “lazım”lar da birikip kaçacak sokaklar daraldıkça kaçmak lazım. Benzincinin oralardan kaptırıp zihindeki ıssızlığa, parkın içindeki çay ocağının bodur hasır taburesine. Çay.
Demsiz, suyu yeni çekilmiş. Mısır patlağını açıp serçelere. Ekmek ucunu banıp sigara altlığına. Tavadaki sucuğa da torbasındaki yumurtalara da kendine lanet okutmadan başka bir anılara. Bu değil olsun, başka bir park. Yerini bir bölü beş binlik tüm ölçeklerden silmiş olsan da kapıdaki ergen çiftin inci taneleri gibi döküle döküle şimdi aklına. Bu değil, olsun ama işte yine o park. Kozalakları yeşil, ağlayan gözleri kara kömür kızılı. Parkın tüm çamları kanıt. Uğuldayan rüzgâra
hıçkırık. Sonun ilk sözü tanık.
– Dur, son bir şey daha söyliyim öyle git.
– Bitmez yalnız bu son bi şey söyliyimler.
– Kabalaşsaydın bi de. Böyle mi hatırlamak istiyorsun aramızdaki son şeyi?
– Son şey diye bi şey yok ki kızım. Film diil bu! Yarın bir gün finalini hatırlamıycaz yani. Aklımızda en güzel ne kaldıysa onlar kalıcak geriye.
– Ne yani ben şimdi seni öpsem. Son öptüğüm kalmıycak mı aklında?
– Bu söylediğin de film. Sorun da bu zaten. Bize bi şey kalmadığı için, film gibi dizi gibi yaşamaya çalıştığın için oldu bütün bunlar.
– Öpmemden korkuyorsun sen. Ayrılmaktan korkuyorsun aslında. Kalamıyosun da gidemiyosun da. Asıl film dediğin bu. Sensin o film.
Çay soğuktu da mı içtin bitti öyle, yoksa yandığını mı fark edemedin yine? Aldırmazsın paranın üstünü. Yokuşu çıkarken içi jelatin kaplı pırıl pırıl mısır patlağı poşeti aklında.
“Serçeler korkmuyor mu ya, parıltıdan?” diye bir şeyler esirir düşüncelerine. Kaçamazsın bilirsin ayrılıktan. Yine gelir dolanır o sözler, muhasebesi bitmez. Her anıda bir kez daha ayrılırsın kendinden. Her ayrılıkta bir kez daha bölünür, ufalırsın kalbinden. Bir cesaret, imtinaya kurban. Ne olacaksa olsun ergen çiftin de aşkı. Kör kasap satırı gibi geçmek varsa da içlerinden, kapı eşiğindeki demir paspasın üzerine yığıp basmak varsa da üzerlerine. Bu seferlik böyle olsun. Dayanamazsın çünkü artık kendinden ayrı kalmanın kaderine.
Çocuk çöktüğü yerde diz kapaklarına yüzünü yummuş, kız elleri cebinde söylenecekleri bitirmiş, cep telefonundan mesajlarını çek ederken dalarsın aralarına, “Pardon, afedersiniz. Geçebilir miyim?” O an ayağın takılır, en salak sevdaların en gudubet sakarlığında. Pattadanak düşersin aralarına.
“Abi, bi şey oldu mu? Kötü düştünüz yalnız”lara üstünü silkip zor bela atarsın kendini buz camlı kapının arkasına. Arkandan konuşurlar.
– Herif beyin üstü gidiyodu yalnız haaa!
– Gülmesene kızım, kızım gülme bak çıkmadı daha merdivenleri. Orda lan! Duycak!
– Aman bana ne be duyarsa duysun!
– Kızım varya çok güzel oluyosun lan gülünce.
– Sus yaaa...
– Susmam kızım. Güzelsin işte.
– Ya salak salak konuşma.
– Konuşurum.
– Konuşma!
– Baksana Ulaş’lar mesaj atmış, Firkete Cafe’delermiş. Gidelim mi yanlarına.
– Olabilir.
Böyle işte. Bahar sanırsın baharı. Turfanda bir ayrılık kadar."