Genelde bir kişiyi kaybetmenin hüznünü yaşamayan ben bu sefer ilk kez gerçekten bu hüznü yaşadığımı sanıyordum. hem de o kişi yanımdayken ve daha da çok yanımda olacağı kesinleşmişken. Yine yaşamıyormuşum bunu yeni fark ettim.
Bir kişiyi sevemiyorum (ailem dışında). Ne bileyim o kişinin gerçekçiliğine bayılamıyor, yüksek enerjisine tutulamıyor ya da onun yüzünü görünce neşelenmiyordum -ki hala da öyle- sadece o kişiyle aramdaki ilişkiye odaklanıyorum. Tabii ki karakteri genel hatlarıyla ilgimi çekiyorsa ilişki kuruyorum hatta çok ilgimi çeken özelliklerinden bahsetmeye doyamıyorum. Ama ne bileyim işte her zaman o kişiden çok o kişiyle aramdaki ilişkiye odaklanıyorum. O kişiyle aram bozulduğunda onu düşünürsem onun çok neşeli bir insan olduğunu filan asla düşünmüyor direkt beni nasıl hissettirdiğine ve kendime odaklanıyorum. Bunun şu an bana ne kadar bencil, ne kadar kendini hayatın merkezinde sanan bir manyak gibi hissettirdiğini anlatamam bile. Bundan mutluluk duymuyor hatta utanıyorum bile. Yazmak bir şekilde iyi geldiği ve inanılmaz iyi bir gözlem şansı tanıdığı için yazmayı tercih ediyorum. Şans eseri de buraya yazıp mecburen artılara, eksilere, farklı fikirlere açık hale getiriyorum hislerimi ama olsundu yine de yazmalıydım.
Bir kişiyi kaybettiğim hissine kapıldığımı söyledim. Bunu benim yanımda olmasına rağmen hatta daha da yakınımda olacağı halde, hatta her gün görüşsek de görüşemesek de birbirimizi arayıp güzel güzel sohbet ettiğimiz halde bu hisse kapılıyorum. Bu o (sevilen) kişiyi kaybetmek mi? Elbette değil. Peki bu o kişiyle aramdaki ilişkiyi kaybetmek, onun bir süre önce bana hissettirdiği şeyleri şu an yapamaması, benim istediğim gibi içimden geçenleri söylemektense samimiyetsiz, çekingen, “aman ali rıza bey tadımız kaçmasın” modunda yaklaşmamın verdiği kaybetme hissi mi? Aynen öyle.
“Bu kişinin hangi yönlerini seviyorum?” Diye soruyorum kendime, cevap yok. Gerçekten düşünüyorum neyini sevdiğimi. Anaçlığını mı, çok bilmişliğini mi, gıcıklık yapışını mı, güzel çay yapmasını mı?
“Ben herhangi birinin hangi özelliklerini severdim?” ya da şöyle diyelim “benim birini sevmem için onun hangi özelliklere sahip olması gerekiyordu?” iyi mizah anlayışını, bambaşka bir bakış açısı olmasını, olaylara mantıklı yaklaşımını, sohbetinin çok iyi olması (bu birinci galiba), her konuda biraz bilgisi olmasını, çevresinin geniş olmasını severdim ya da bu özelliklere sahip kişilere bayılırdım. Çünkü ucu bana dokunuyordu. Oturup sohbet edince keyif alacak, gülecek, bilgi edinecek, bir şey anlattığımda onun mantıklı yaklaşımından yardım alacak, onun aracılığıyla yeni insanlarla tanışacaktım.
Böyle bir insanı severdim de ilişki kurardım da. Aram bozulursa da bu kişinin sadece ucu bana dokunan özelliklerini anımsardım. “Ne kadar güzel sohbet ediyorduk, içimden her geçeni söyleyebiliyordum ve bunların hiçbiri için beni yargılamıyordu, ne gülmüştük ya...” diye geçer aklımdan ve aramızın bozulduğuna üzülürüm. Aynısı gelirse üzgünüm ama unuturdum. Hatta aynısı gelmeden bir başkasıyla iyi sohbet edince, gülünce aklıma gelmiyor yatağıma yatınca ya da işim olmayınca aklıma gelip ağlayacak gibi oluyorum.
O yüzden eskiden iyi olan ama şimdi boka saran bi ilişkimi kurtarmam gereken kişiye aramızın bozulmasındaki tüm suçum neyse kabul edip, konuşup eskiye döndürebilirim.
Ben suçumu kabul ediyorum. Suçunu kabul etmek suçlu hissetmek demek değil. Evet kendime kızdım ama bunu düzeltmek için fırsat tanımak gerek. Kendi kendine düşman olarak yaşanmaz.
Böyle upuzun yazmanın ardından gelen sallama hissini o kadar seviyorum, o kadar güzel ki.