Kar yağmıştı. Sokağın affedici beyazlığı içini ferahlattı. Boğazına çöken huzursuzluk dağılmaya başlıyordu sanki. Bakışlarını sokaktan çevirip, sanki kendisinin değilmiş gibi yabancı gözlerle baktı karnına. Eliyle dokunup gerçekliğine inanmaya çalıştı bilmem kaçıncı kez. içerideki, bu yabancı bakışı hissetmiş olmalıydı ki, küçük bir tekme attı tam da eliyle dokunduğu yere. Sıkıntılı bir tebessüm uyandı Elif’ in yüzünde…
Kocasını seviyordu Elif ama evli olma haline yeni yeni alışıyordu. Kocası ona kadın olmayı öğretmişti ve şimdi de, yeni bir ödev vermişti. Anne olmak üzereydi… Mehmet onu hep çocuk kadın haliyle sevmişti. Onun gel-git hallerine, kendi içine çekilişlerine, bazen kendi dışına taşma çabalarına müdahale etmemişti. Mehmet’i sevmekten korkup kaçtığı zamanlarda da bırakmamıştı onu. Elif’i de böyle ikna etmişti evliliğe. Ya bebek? O da sevecek miydi bu çocuk kadını? Değişmeli miydi, yoksa kendi istemese de değişecek miydi? Ya sevmezse bebek onu? Büyüyecek, sorular soracaktı hayata dair. insanları anlatması gerekecekti Elif’in. işte bundan korkuyordu… Çocuğuna anlamadığı bir hayatı nasıl anlatacaktı? Kendisinin bile bilmediği, bilse de anlamadığı, anlasa da kabul etmediği kuralları nasıl öğretecekti ona? Buna bakılırsa, Mehmet anne olmaya kendisinden çok daha hazırdı. Son düşündüğü ona kesik küçük bir kahkaha attırdı. Kocasını uyandıracağını hatırlayıp sustu hemen. Mehmet’le konuşmalıydı belki bunları.
Sadece benim bebeğim olmayacak ki! Mehmet kalabalığın kurallarını bilir. Yola devam etmesini, gürültünün içinde güçlü ve sakin kalabilmesini öğretir. Babasını tanıyınca vahşi bir annesi olduğunu düşünecek! Belki ne benim, ne de babasının yanıtlayamayacağı başka sorular üretecek. Kim bilir belki kendi kendine bulur sorularının cevabını. Hatta bana da söyler! Unutmadan, artık Mehmet’e kendisini ufaklık diye çağırmamasını da söylemeli. Tamam, olgun bir kadın gibi davranmaktan hiç hoşnut olmayacağım ama, çocuğumun yanında “ufaklık” diye çağırılmayayım artık. Annelik otoritesine yakışmaz. Nasıl da otorite oldum hemen!
Bu bebeği istemişti. içten içe bir sebep arıyordu kendine. Bir yol, bir mucize. Annesinin evlendiğinden beri söyleyip durduğu, kendisinin de duymazmış gibi yaptığı konuşmalar yankılanıyordu zihninde: “Bir bebek doğurmayacaksan, kadın olmanın ne anlamı var? Sevilen ve seven nadir kadınlardansın. Ne kadar kaçarsan kaç, artık bir kadınsın Elif. Böyle davranmaktan vazgeç artık…” Annesi uzun söylevlere başladığı zaman hep kaçsa da, annesinin soruları peşini bırakmazdı bir türlü. Bu sefer haklıydı. Şanslı olduğunun farkındaydı. Hem Mehmet de istiyordu bir çocuk, çok üstelemese de.
Nasıl yetiştirmeliydi çocuğunu? inandığı tek şey hayatın dev bir soru işaretinden ibaret olduğuydu. En iyi bildiği şeyse, soru sormak. Ama soru sormanın bedeli ağırdı. Bir kere sormaya başladın mı, cevabını bulmadan bırakamaz, bulduğun zaman ise cevaba kayıtsız kalamazdın. Aramak, bulmak ve bilmek, sorumluluk isterdi. “Dans eden bir yıldız doğurmak isteyen kişi, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır.” Belki de bebeğim benim dans eden yıldızım olur! Tüm bu kaosa, kaçışa sorulara rağmen doğuramadığım yıldız, belki de gerçekten, gerçek bir bebektir! inat etmesini, kendi insanlarını aramasını mı öğretmeliydi? Ama tek başına kalmasını istemiyordu bebeğinin. Kendi kadar şanslı olmayabilir, onu anlayacak bir adam, kadın bulamayabilirdi. Hem kolay değildi… Çoğu zaman Mehmet bile çare değildi Elif’in yalnızlığına. Ne kadar severse sevsin, ne kadar sevilirse sevilsin, tek başınalık duygusunu atamıyordu içinden. Bu duyguyla baş etmek için verdiği çaba bitkin bırakıyordu Elif’i. Hata yapmaktan korkuyor, kendi doğrularını bulmak için debeleniyor, ama hep aynı noktaya, başa dönüyordu. Kaybetmekten korkuyordu belki de. Kendini, mehmet’i… Ama daha doğmadan bu kadar anlam yüklemek bir bebeğe, haksızlık değil miydi?
Aptalım ben! Kesinlikle öyleyim! Daha karnımdasın… Bense senden bir kurtuluş, bir mucize, bir cevap olmanı bekliyorum. Hatta dans eden bir yıldız olmanı! Özür dilerim bebek. Ah bir tekme daha öyle mi? Tamam, hak ettim! iyi bir anne olacağım. Elimden geldiği kadar hızla büyüyeceğim hatta. Mehmet evde iki çocukla baş etmekten kaçabilir…
Gözleri yaşardı Elif’in. Önce usulca akan yaşlar, yerini hıçkırıklara, coşkun gözyaşlarına bıraktı. Sarsıla sarsıla ağlıyor, ağladıkça kasıklarına inceden bir sızı giriyor, canı acıyor, daha çok ağlıyordu. Gözyaşları yanaklarından çenesine süzülüyor, boynundan göğüslerine ve hatta karnına iniyordu…
Salondan gelen hıçkırıklar uyandırdı Mehmet’i. Kalkıp salona geldi, salonun kapısında durup, camdan, ağlayan karısının aksine baktı. Doğum yaklaştıkça daha çok oluyordu bu Elif’e. Üzülüyordu, ama endişelenmiyordu artık. Bazen kendi kendine neden karısının da diğer kadınlar gibi olamadığını düşünüyordu. Herkes için doğal olan olayları, bir şekilde anlaşılmaz kılmayı beceriyordu karısı. Her şeyi kendi için en zor hale sokuyordu. Sonra, Elif’i neden sevdiğini hatırlıyordu hemen ve böyle düşündüğü için kendine kızıyordu. Karısının yanına gidip, karnı izin verdiği ölçüde sarıldı. Hiçbir şey söylemedi. Elif biraz sakinleşince, koltuğun kenarına oturup karısının başını kendisine yaslamasını sağladı. Elif ağlaya ağlaya uykuya, Mehmet de karısının yüzüne daldı, gitti.
Kollarında uyuyan bu kadın, karısı… Saçları ter ve gözyaşına bulanmış boynunda, ıslanmış. Kirpikleri ıslak, sokaktan vuran karın ışığıyla da, olduğundan daha uzun, daha kara görünüyor. Karısının yanakları iyice şişmanlamış, kolları tombullaşmış, sanki teni saydamlaşmış… Hamilelik küçük çocuklarınki gibi sarkık duran alt dudağını daha da dolgunlaştırmış. Nasıl da öpmek istedi şimdi Elif’i… Ama uyanmasın. Karısı hamile ama bu haliyle her zamankinden daha çocuk bir ifade var yüzünde.
Mehmet çocuk için de, karısı için de endişe duymuyordu aslında. iyi bir eş olduğuna da, iyi bir baba olacağına da inanıyordu. Bir şeylerin muhakkak değişeceğini de biliyordu fakat neyin nasıl değişeceğini kestiremiyordu. Çoğu zaman, fazlaca sakin bir adamdı. Elif’in aksine, kalabalık güven verirdi Mehmet’e. Aslında, kendisinin de olmak istediği gibiydi karısı. Durmadan çalkalanan bir su kütlesi… Hırçındı. Hatta gözü kara bile denebilirdi onun için. Bünyesi hiçbir şeyi kabul etmeye çalışmaz, uymuyorsa atıverirdi dışarı. Karısının kendi kendisiyle mücadelesini seviyordu. Belki de bu yüzden karısının hep olduğu gibi kalmasını istiyordu. Sert köşeleri dayanılmaz acılar veriyordu Elif’e farkındaydı Mehmet. Bu uçları törpülemek için bir neden arıyordu kendine. Bu bebek, biraz da bu yüzdendi. Durulmak sakinleşmek istiyordu. Mehmet’den başka kimseyi umursadığı yok gibiydi Elif’in. Bu, Mehmet’le kendisini, aslında olmadığı kadar güçlü hissettiriyordu. Karısının yanında kolları daha kuvvetli, zekâsı daha işlek, hayat daha parlaktı sanki. Yok, büyümezdi Elif. Ya büyürse? Ya kalabalığa karışmaya karar verirse artık? Haksızlık ediyordu. Elif’in değişmesini istemiyordu çünkü Elif, kimseyi sokmadığı dünyasına bir tek kocasının girmesine izin veriyordu. Her şey bir savaştan ibaretken Elif’te, sadece Mehmet’le savaşmıyor, böyle bir neden yaratmıyordu. Mor koltuktan sonraki tek sığınağıydı karısının. Tüm bu ayrıcalıklardan yoksun kalmak istemiyordu. Çoğu zaman bu düşünceler baba olacağı fikrini geride bırakacak kadar yer kaplıyordu zihninde. Bebekten daha fazla neleri düşünüyor, neler için endişeleniyordu… Ağır bir pişmanlık yerleşti üstüne.
Sanki karısı bunları hissedecek, kollarından buharlaşıp uçuverecekmiş gibi dudaklarını Elif’in kafasına yapıştırıp, öptü. Şimdiden süt kokuyordu karısı. Elif’in sayıkladığını duydu. “Büyüyeceğim Mehmet Söz, iyi bir anne olacağım…” Kehanet gibi geldi bu sayıklama Mehmet’e: