Anadolu' nun orta vilayetlerinden bir köyde, yavaş yavaş güneş batmaya hava kararmaya başlar. Karanlık iyice çöker köyün üzerine. Evlerden birinde bir kadın ve adam yatma hazırlığı yapmaktadır. Erken yatıp yarın sabaha, güneş ışığına erken uyanacaklardır. Adam üzerini değiştirir, yatağına yönelir. Evin penceresinden, karanlık bahçeye vuran ışıkta, ağaçların arasında bir gölge belirir. Kadın pencereden dışarı bakar ve gülümser. Kadının sevgilisi bahçededir. Tam sözleştikleri gibi, sözleştikleri saatte ve yerde adam onu beklemektedir. Kadın kocasının uyuduğundan emin olunca, sessizce yataktan kalkar, üstünü giyer ve pencereden aşağı atlar.
Başka bir adam için kadın kocasını terk eder. Koşarlar iki sevgili, kaçıyorlar. Tarlaları ovaları aşarlar. Anadoluda bir köy nasıl koşmasınlar ki. Arkalarından onları kovalayacak onca şey vardır. Namus belası, töre cinayetleri, yoksulluk, cefa, korku.
Arkalarında bunlar varken nasıl durabilirler. Köyden uzaklaştıklarına iyice emin olunca soluklanmak için dururlar. Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefes der ki " Evden çıktığımdan beri, ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor" çıkartıp bakar ki ayakkabısının içinde bir tomar para. Kocası her şeyin farkında biliyor ki gidecek. " Beni terk edecek onca yıl çorbasını içtim, çamaşırlarımı yıkadı, ütüledi. Bana emeği geçti" Yaban elde muhtaç olmasın diye o yoksul köylü, bütün parasını; başka bir adam için kendisini terk eden karısının, giderek uzaklaşan adımlarını attığı ayakkabısının içine koydu. O güzel insanı, o onurlu davranışı sergileyen, o terk edilen adamı hepiniz tanıyorsunuz. Çünkü o bir dizesinde bize seslendiği gibi uzun ince bir yoldaydı ve gidiyordu gündüz gece .Şimdi sorarım size bu memlekette töre cinayetleri, kadına karşı uygulanan şiddet mi yakışır yoksa, Aşık Veysel gibi hayatında hiç kitap okumasa okuyamasa bile, kitap gibi hayat yaşayan adamlar mı yakışır?