şu mortgage denen dalganın amerikada patlamasıyla beraber tüm dünyaya yayılan krizden bahsediyorum.
hani şu bize teğet geçen...
hatta bazıları Amerika nın içine düştüğü zor durumu keyifle izlemişti. hazır tüm sözlük bilmem kaçıncı uykusundayken yazalım bunları.
ilaç satışlarında yüzde 10-15 kadar düşüş ile birlikte, birçok Amerikalı, kullanmak zorunda olduğu birtakım ilaçlardan bile vazgeçmişti!
Yeni bir araba almayı düşünmek şöyle dursun, eski arabayı da çıkarmıyorlar, işe otobüsle ya da metroyla gidip geliyorlardı.
Birçok Amerikan ailesi tatil planlarından vazgeçmiş. Öğle yemeğine de çıkmıyorlar, evden sandviç getiriyorlardı. Sıcak yemekten vazgeçemeyenler de "sefertasını" keşfetmişlerdi. Lokantalar ve büfeler buna çok bozulmuş ama sefertası satışları da patlama yapmıştı... Falan filan.
Öte yandan, birçok bankacının da "gelişmekte olan ülkelerde", özellikle petrol zengini Arap ülkelerinde iş aramaya başladığını biliyorduk.
bunlar ve kriz anlatan pek çok hikaye daha "Konut Balonundan Finansal Krize" adlı kitapta aydan kansu anlatmış. bir çoğunu elbette biliyorduk ama okumaktan da geri durmadık.
buradan başka bir noktaya geleceğim;
Türkiye'de birçok kişi, bütün bu olup bitenlere üzülmedi, tam tersine çok sevindi.
1929 krizinde olduğu gibi köşebaşlarında "çorba kazanları" kurulmasını özlemle bekliyorlar. Bunu eski filmlerde görmüşlerdi.
Bu arada birkaç pis kapitalist kendini pencereden atsa daha da iyi olacak!
Amerika'nın "kemer sıkma ekonomisini" keşfetmekte olması bizde memnunlukla karşılandı.
Hele şu sefertası olayı, pek hoşumuza gitti.
Nihayet onlar da sefertasıyla tanışmışlardı! Haşşöyle!
Sıra belki, bir kere pişirilip üç gün boyunca yenen bayat "tencere yemeğine" de gelecekti! (Türk gazozu içen Amerikalı'nın tavla oynamaya başlaması ve bakkala sepet sarkıtması bizi nasıl mutlu ediyordu hatırladınız mı, ooo hatırlamadınız mı? kola turka reklamı desem?)
Tam da bizim artık yavaş yavaş sefertasından ve ispirtolu ocakta ısıtılan mum kokulu biber dolmasından kurtulup "yemeğe çıkma" kavramını öğrenmeye başladığımız dönemde... Araba değiştiren, tatile giden, içeceği ilacı "Emekli Sandığı' na yazdırmaya" gerek duymayan varlıklı bir sınıf oluşturmaya koyulduğumuz sıralarda...
Amerika'nın "burnunu sürtmesi", bunu solculuk sananları mutlu etti. içlerinde kapitalizmin sona erdiğini, savaşı Karl Marx'ın kazandığını düşünenler, Obama'yı sosyalist sananlar bile vardı.
Fakat bunların hemen hepsi ya memur çocuğu, ya memurluktan özel sektöre geçme...
Çünkü "mazbutluk" bir memur erdemidir.
Bize yıllarca "Türkiye' nin yoksul bir ülke olduğunu" da gizli bir kıvanç duyarak öğretmişlerdi okullarda... Üzülür gibi görünüyorlar ama rahat ediyorlardı... (levent kırca nın skeçlerini hatırlayın memur eve et götüremez memur faturalarını zar zor öder)
Memur, hayatı boyunca uzun ve sancılı bir hastalık gibi taşıdığı yoksulluktan kurtulamayınca, namuslu olduğu için "çalıp çırparak sınıf değiştirme" olanağından da yoksun kalınca, darlığı "içselleştirir" ... Psikoloji biliminde buna bir şey diyorlardı ama tam hatırlamıyorum teknik terimini. Türkçeye yakın anlamını "Dertleri zevk edinmek" diye çevirebiliriz.
Böylece, bir yandan "mazbutluğun" teorisini üretmeye, bir yandan da daha çok kazanandan ve daha iyi yaşayandan nefret etmeye koyulur. Eskiden, kendisinden azıcık daha fazla ücret alan ve daha geniş haklara sahip olan işçiden de nefret ederdi.
Sonra öfke oklarını "politikacılara", hele hele CHP'li olmayan politikacılara çevirdi.
Bunların gözünde "tüketim" ziyankârlık, liberalizm küfür, özel sektörde çalışmak da fuhuş gibi birşeydir. Para kazanmak ayıp, iyi yaşamaktan zevk almak günahtır. Yakınmak keyiftir.
anladınız işte "ekonomik kriz çıksın, Türkiye batsın, yeter ki bu hükümet devrilsin" kafasından bahsediyorum!
mevzu yine uzadıkça uzuyor bunu bir yerlere bağlayıp entryi bitirmeyi düşünüyordum ama bu sıcakta işin içinden çıkmak baya zulüm gibi geldi...
siz anladınız ama beni, bu "bizden başka tüm halklar acı çeksin amk" düşüncesinin ne kadar insanlık dışı olduğunu falan...