Birkaç gündür zor zamanlar geçiriyorum. Hiçbir şey planladığım gibi gitmedi, üstüne birkaç travmatik anla da taçlandı. Müthiş bir umutsuzlukla uyuyakaldığım gecenin sabahı şişmekten açamadığım gözlerimle sallana sallana mutfağa gittim bugün. Kardeşim çay koymuş. Ben de bari sofrayı hazırlayayım dedim. Çay bardağı almak için rafa uzanmamla birkaç saniye afalladım.
Çocukken annem Miki fareli bardaklarımıza çay koyar, "hadi bakayım Miki fareler boğulmadan onları kurtarın" diyerek bize önemli bir görev verirdi. Biz de bu görevin bilincinde ilk kurtaran olmak için bir yandan birbirimizi güldürerek sabote eder, diğer yandan da büyük bir çabayla çayı bitirmeye çalışırdık.
Sadece bir tane kalmış bu bardaklardan. En arkada, en köşede, yıllarca kullanılmamış ama annem de atmaya kıyamamış belli ki. Ben de aldım bardağı kardeşime çay koydum, sofrayı hazırladım. Sonra da çağırdım hiç bozuntuya vermeden. Geldi masaya oturdu gözü bardağa takılınca başladık gülmeye. Miki fare boğulacak çabuk hadi acele et diye diye darladım, bir yandan da güldürmeye çalışıyorum içemesin diye.
Bir bardak ne kadar küçülebilir? Bir insan ne kadar büyüyebilir? Elinde kayboldu gitti bardak. bir içimlik canı varmış meğerse; yine de yavaş yavaş içti, biraz daha gülelim diye herhalde bilmiyorum.
Mutlu olmak böyle bir şey işte. Anlık, saf, kaydetme dürtüsünden uzak, zaten anılarda kalacağı bilincinde sıkmadan, ürkütmeden, tadını çıkarttığın için değerli olan... Zor değil ama fırsatı değerlendirmek şart, tıpkı oturup bir kahvaltı sofrasında tüm aklını geçmişine açmaktan gocunmamak gibi.
Hatta ve hatta cem Yılmaz'ın tiye aldığı gibi:
-mutluluk içimizde
-Çay bardağı da dahil mi?
-Dahil dahil hepsi içinde.