Hiçbir şey gözünde büyüttüğün kadar yer kaplamaZ. Sinemayı ele alalım, 4 köşeden duvara asılmış beyaz bir bezde noktalanan bir sanattı zamanında. Bildiğimiz sıradan bir duvara görüntüyü aktaran Lumiere kardeşler ile başladı; f.lang, şarlo, bresson, carné, fellini, passollini ile gelişti; tarkovsky, bergman, godar, qubrick, paradjanov, wazda, forman, hitckock, visconti ile zirveye çıktı. Ama bu onun duvara asılmış 4 köşeli beyaz bir bezin üzerinde sinematograf hikayesi olduğunu hiçbir zaman unutturmadı. Tüm sanatların toplamının zirvesinde seyreden bir tür haline gelmesi için 150 yıldan fazla zaman geçti. Hareketli at fotoğraflarıyla başlayan kartpostalların ses, senaryo, kurgu ve diyalektikle duvarda gerilmiş beyaz örtüsünü görmekti derinlik, hissedebilirlik, çağın yeniliklerinden, kadın-para-iktidar triosundan tiksinme ya da her neyse. Hiçbir şey gözünde büyüttüğün kadar yer kaplamaz öyle ki her şey içinde büyür, gelişir, kocaman olur, ölür ya da ölümsüzleşir. Gözler ya da başkalarından duyulma tevatür değildir hacmin ölçüsü. Bakmak, ne kadar derin bakabiliyorsan o kadar derin görebilmektir, marcel carné'nin yönettiği sahnenin berisinde cennetin çocukları pandomim yaparken daha da ötesinde kuşlara sopasını uzatan antik çağ büyücülerine, decameron öykülerinden uzanıp bakabilmektir.