Yaşamı sevmiyorduk ama bizzat hayatın içerisinden geliyorduk.
Küçük bir çocuktuk ağzına baktığımız ebeveynlerimiz vardı.
Yüzlerinden anlıyorduk hava durumu raporlarını.
Havanın durumu insanları etkiliyordu.
Mutsuzluk oluk oluk akıyordu.
inkar edemeyecek kadar hayatı yakından tanıyorduk.
Daha iyi yaşamak için tasarruflar yapılırken dolmuşa binmeden arkasından takip ediyordum babamı.
Benim elimde söğüt ağacından yapılı bir değnek vardı.
Kendi kendimi kendi dünyamın kralı ilan ediyordum.
O elinde teneke ayçiçeği taşıyordu.
Elini kesmesin diye karton kağıtlar dolamıştı tenekenin plastik tutma yerine.
Hiç anlamıyordum o adamı.
Neden böyle bir hayat sürüyorduk?
Hayat bir kader miydi yoksa biz daha iyi şartlarda olmak için elimizden geleni yapmıyor muyduk?
Ben daha iyisini yapacaktım.
Benden mutlu çocuklarım olacaktı ve benim yaşadıklarımı yaşamayacaklardı.
Babam gittiğinde baba olmayı ve hayatın zorluklarını anlamıştım ama artık çok geçti.
Elinde yağ tenekesiyle yürüme sırası bana gelmişti.
Ben babam gibi akıllı değildim.
Parmaklarımı kesiyordu artık plastikten yapılmayan yağ tenekelerinin tutma aksamları.
Önden yürüyordum.
Arkamdan gelen çocuklarımın serzenişleri benim çocukluğumda olduğu gibi sessiz değildi.
Onlar ergen bunalımlarını ağızlarını geldiği gibi söylüyorlardı.
Ağlayarak yürüyordum.
Daha demokrat bir baba olmayı hayal edip kendi babamın kıymetini bilmemiştim.
Bende kızıyordum babamın ev için tasarruf yapıp dolmuşa binmeden yürümelerine.
Yemek yağını ucuza almak için uygun markete gitmelerine.
Jeton düştüğünde çıkan ses kulaklarında uğuldar ve seni çok eskilere götürür.
Ama artık jetonlar bile yok.
Hayat üşütür insanı.